Bu Blogda Ara

9 Mayıs 2011 Pazartesi

NEO-LİBERAL KUŞATMAYA KARŞI TEK ALTERNATİF : MARKSİZM

Reel Sosyalizmin çöküş tarihi olarak gösterilen ‘89 Berlin Duvarı’nın yıkılması, yeni bir dönemin miladı olarak gösterilmektedir.Oysa “Tarih” dün olduğu gibi bugün de kendi kanunlarının çizdiği kendi yolunu yürümektedir. O nedenle gerçekleri kavramak için olayların tarihcil gelişimini olduğu gibi ele almak gerekmektedir.

Bildiğimiz gibi “Küreselleşme” diye yutturulmaya çalışılan ve “Neo-Liberalizm” adı verilen bugünkü Emperyalist Kapitalizm düzeninin altyapısını oluşturan olayların geçmişi daha eski yıllara inmektedir.

Özellikle Vietnam Harbinden Vietnam halkının Dünya Emperyalizmine karşı zaferle çıkışından sonra, Dünyadaki İşçi Sınıfı Hareketlerinin “Devrim atılımları” gerçekleştirmek için yeni yollar aradığı yıllarda, ne yazık ki dünya sosyalist hareketleri üzerinde, “Marksizm Softalığı” da tüm zehirli çiçekleriyle filizlenip ortalığı kaplamış bulunuyordu. O günlerde Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya askeri müdahale zorunda kalmasından sonra, o güne dek veba illeti gibi her yere yayılmış olan “Marksizm Softalığı”nın can verdiği zehirli çiçeklerin olumsuz etkileri artık gözle görülür bir hale gelmişti. Çünkü yalnız dünyanın Sovyetler ve Çin adındaki dev gibi büyük iki Sosyalist devleti ve toplumu içinde değil, aynı zamanda aralarındaki “ilişkiler” üzerinde de en az o kadar zararlı ve öldürücü olan zehirli meyvelerini vermeye başlamıştı…Aynı yıllarda bu gelişmelere paralel olarak Dünyadaki Emperyalist Kapitalizm cephesi de kendi varoluş problemleriyle boğuşmaktaydı. Zaten Dünyadaki birçok politik gelişmeler yanında, tam o sıralar patlayan “Petrol krizi” de Emperyalist Kapitalizmin metropoller cephesinde Ekonomik olarak büyük tahribatlara yol açmıştı. Çok geçmeden İran’daki nüfuzunu da kaybeden Evren Finans-Kapitalizmi yeni ekonomik-politik-askeri stratejiler geliştirmek ve uygulamak zorunda kalmıştı.

Özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren başlayan Petrol krizinin ardından yeni bir sermaye birikim modeline geçen Dünya Kapitalizmi, bu modele uygun olarak yeni bir iktisadi-siyasi ve toplumsal formasyonu, etkin olduğu ülkelere dayatarak köklü değişikliklere neden olmuştur.

Ülkemizde bunun ilk adımı Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde bulunan Turgut Özal’ın hazırladığı 24 Ocak Kararları’nın alınmasıyla atılmıştır.O zamana kadar Türkiye’de hakim olan iç piyasayı ve talebi canlı tutma doğrultusunda korumacı önlemler alınmasını gerektiren İthal İkameci anlayış, Dünya Kapitalizminin bu yeni modeline uymamaktaydı.Fakat hükümetlerin sürekli el değiştirdiği, çatışmaların sürekli artarak yer yer katliamlara dönüştüğü kısacası istikrarsızlığın ve kaosun kol gezdiği bir ortam da çok sert önlemlerin alınmasını gerektiren 24 Ocak Kararlarını hayata geçirebilecek bir otoriteye sahip siyasi iktidarın mevcudiyeti bulunmaktaydı.Öznel şartlar buna izin vermemekteydi.Bunun için demir bir yumruk gerekiyordu ve çok geçmeden bu demir yumruk 12 Eylül 1980’de masaya elini vurarak iktidarı aldı.

Bu süreçten sonra, bu yeni sermaye birikim modeline uygun olarak iktisadi,siyasi ve hatta kültürel-sanatsal alanlarda birçok değişim ve dönüşüme gidildi.12 Eylül tam anlamıyla bir toplum mühendisliği projesiydi ve Askeri-Faşist Cunta ,Evren Finans Kapital’i lehine bu görevi fazlasıyla üstlenerek yerine getirdi.Bu sürecin bir sonucu olarak 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal’ın Genel başkanı olduğu ANAP, 12 Eylül Darbesinden sonra yapılan bol yasaklı ve meşruiyeti kuşkulu ilk seçimlerden galip çıkarak efendilerinin buyruğu doğrultusunda “Neo-Liberalizm’in” ülke içinde kökleşmesi adına ne gerekiyorsa elinden geleni yaparak şimdi ki mirasçılarına sağlam bir alt yapı oluşturdu.

Kısaca özetlemeye çalıştığım bu geçiş sürecinin, öncesinde ve sonrasında yaşanılanlar sayfalara sığmayacak kadar geniş çaptadır fakat konunun bütünlüğü açısından şimdilik bu kadar detaya girmeyeceğim.

***************


Piyasanın işlevinin daha da serbestleşerek merkezileştiği, kamusal olan ne varsa hepsinin varlığı ve işlerliği sınırlandırılarak veya özelleştirilerek piyasaya açık hale getirildiği, Mali sermayenin oligarşik yapısının daha da güçlenerek yedi başlı bir canavar haline dönüştüğü bir sistem olan “Neo-Liberalizm” bugün dünya da egemenliğini tek taraflı olarak ilan etmiş bulunmaktadır.

Yazının başında da belirttiğim gibi 89 Berlin Duvarı’nın yıkılması yani Reel Sosyalizmin çökmesini bir milad olarak kabul ederek Kapitalist sistemin kesin zaferini ilan eden Fukuyama başta olmak üzere birçok Neo-Liberal kuramcı, bundan sonra ki süreçle birlikte “Neo-Liberalizm’in” tek ve egemen bir güç olarak varlığını sürdüreceğini iddia etmişlerdi.

Geldiğimiz nokta itibariyle sistemin yapısal bozukluklarından kaynaklanan krizlerin yoğunluğu, Merkez ülkelerdeki refah oranlarının güç geçtikçe düşmesi, buna paralel olarak birçok sosyal-ekonomik hakkın budanarak en ufak krizlerde dahi faturanın halka çıkartılması,Latin Amerika’da yükselen “Anti-Emperyalist ve Halkçı” hareketlerin kıtada etkin bir konuma gelmesi,Rusya,Hindistan,Çin gibi yükselen ekonomilerin gittikçe güçlenerek Amerika ve AB’nin Dünya Kapitalizmi üzerindeki hegomanyasını sarsmaya başlaması gibi birçok etken “Neo-Liberalizmi” ve onunla birlikte Kapitalizmin varlığını da sorgulatmaya başlamıştır.


Son yaşanan Küresel Krizin ardından Marx’ın en önemli yapıtı olan “Das Capital’in” Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde en çok satılan kitaplar listesine girmesi, epey ironik olarak Yapı Kredi Yayınları’nın ülkemizde bu eseri basması, Türkiye’deki etkin sermayedarlardan biri olan Alarko Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’un bir toplantı esnasında sistemin yapısal krizlerinden dem vurup artık Marx’ın tekrar keşfedilmesi gerektiğine dair söylemleri asla tesadüf değildir.

Marksistlerin yıllardan beri deklare ettiği söylemlerinin geçerliliği bugün için daha iyi anlaşılmaktadır.Marksizm’in krizde olduğu artık ideolojilerin son bulduğu efsanesine karşı, diyalektik bir bütünsellik, tarihsel ve bilimsel açıdan bakıldığında haklı bir dava olan ve mutlak zafere erişecek olan Sosyalizm mücadelemiz bugünden yarına olabilecek bişey değildir.Yılların mücadelesidir.Ne yazık ki ülkemiz öznelinde “Sosyalist,Devrimci,Yurtsever” güçlerin hala etken bir konuma erişememesi birçok sıkıntıya da beraberinde getirmektedir.

12 Eylül Askeri Darbesiyle zindanlara esir düşen Sosyalist-Devrimci birçok kanaat önderinin uzun tutukluluk sürelerinin ardından değişen dünya konjonktürünün de etkisiyle kimisinin kurtuluşu egemenlerin yanında görerek Liberalleşmesi ve kimisinin anti-emperyalist muhtevasını korusa da sınıf pusulasını kaybederek Ulusalcı-Kemalist bir konuma evrilmesi şu an için yaşadığımız sıkıntıların ana nedenlerindendir.

12 Eylül ile birlikte başlayan depolitizasyon süreci yeni kuşakları yoğun bir şekilde etkilerken son süreçle birlikte artık özellikle gençlerin tekrar politize olmaya başladıklarını görmekteyiz.
Geldiğimiz nokta da 80 öncesinde olduğu gibi bugün de öğrenci-gençlik hareketleri toplumsal muhalefetin dinamik yapısını oluştururken, bu hareketlerin geniş bir tabana yayılıp sınıf hareketine dönüşebilmesi için mevcut nesnelliği iyi gözeterek kısa vade de kitleler üzerinde meşruiyet kazanabilecek uzun vade de siyasi iktidarı hedefleyebilecek bir perspektifinin olması gerekmektedir.