Bu Blogda Ara

18 Haziran 2011 Cumartesi

NEO-LİBERAL BELEDİYECİLİK

1980 sonrası kabuk değiştiren Kapitalizm; ‘Küreselleşme’ olgusu adı altında ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ şiarını benimsiyen ve piyasasın sonsuz serbestliğini savunup, devletin olabildiğince küçültülüp sadece güvenlik vb. rutin işlere bakmasını amaçlayan ve sermayenin global dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılıp dünyanın küçük bir pazar haline gelmesini amaçlayan neo-liberal akımın güdümüne girerek günümüzdeki başat üretim ilişkilerinin niteliğini oluşturmaktadır.Buna uygun şekilde mahalli idareler,yerel yönetimler veya belediyeler olarak nitelendirdiğimiz kurumlarında işlevselliği neo-liberalist bir anlayışın öngördüğü şekilde kabuk değiştirmekte ve mevcut konumları gereği kamu yararına mal ve hizmet üretmesi gereken bu kurumlar, herşeyin ticarileştirilmesi,piyasaaştırılması,özelleştirilmesi rüzgarına da savrularak adeta bir işletme ve ticari bir kurummuş gibi davranmaktadırlar.
“Sanayi kapitalizminin başat olduğu dönemlerde kentli nüfusun ağırlığını oluşturan ücretlilerin yaşadığı kentlerde belediyeden beklenen, ağırlıkla ücretli sınıfın (işçilerin ve kamu çalışanlarının) ve ailelerinin konut,ısınma, ulaşım, kreş, dinlenme vb. ihtiyaçlarının asgari maliyetlerle karşılanmasına yarayacak hizmetleri yerine getirmesi, böylece sanayiciye işgücünün maliyetini en aza indirecek dışsal ekonomiyi sağlamaktı. Artık değerin daha çok sanayiden sağlandığı bu sermaye birikimi süreci, Merkez kapitalist ülkelerde 17-18. yüzyıllardan 20. yüzyıla, Türkiye gibi çevre-bağımlı ülkelerin birçok kentinde ise 19. ve 20. yüzyıllarda geçerli oldu.
Azami karın, ağırlıkla sanayiden değil de, başta finans olmak üzere sanayi dışı alanlardan elde edilmeye başlandığı, dolayısıyla, kentlerin sanayi ücretlileri yerine, daha çok hizmet sektörü çalışanlarının, mavi ve beyaz yakalıların ikamet ettiği mekanlar haline geldiği 1980 sonrası dönemde kentler, dolayısıyla belediyeciliğin işlevi de değişti.” (1)1980 sonrası dönemde niteliği değişen ve neo-liberal anlayışa mikro ölçekte ayak uyduran belediyecilik, kent arsası rantı üzerinden büyük bir gelir elde etmeye başlamış ve şehrin potansiyeli yüksek olan bölgelerindeki arazileri imara açarak ve bu bölgelerden büyük bir rant elde etmişlerdir.Aynı şekilde imar planlarında yapılan usulsüzlük ve günümüzde AKP’li belediyeler tarafından yürütülen ihalelerin yandaş sermayedarlara peşkeş çekilmesi, belediyelerin kamu yararına mal ve hizmet üretiminin piyasalaştırılıp meta haline getirilmesi gibi(elektrik,su,doğalgaz,ulaşım vb.) çarpıklıklar neo-liberal belediyecilik anlayışının göstergeleridir.

Neo-liberal belediyecilikte amaçlanan en büyük şeylerden birisi de belli başlı metropollerin Uluslararası ticaretin ve finansal sistemin beşik noktaları olması ve ona uygun tasarlanmasıdır.Buna uygun olarakta kentsel dönüşüm projeleri adı altında alt gelir gruplarının yaşadığı bölgeler rant spekülasyonuna tabi tutularak imara açılıp o bölgedeki yaşayan insanlar yerlerinden edilmektedir.

Özellikle neo-liberalizmin çalışma hayatında yarattığı tahribatın yansımasını belediyecilikte de yoğun bir şekilde görmekteyiz.Esnek çalışma, sendikaların gücünü ve işlevini kırma veya çalışanları yandaş sendikalara yönlendirme,kayıtdışı işçi çalıştırma,taşeronlaştırma vb.. uygulamalar ücretlilerin belini büken ve onları insanca yaşama standartlarından gün geçtikte uzaklaştıran uygulamalar olarak kök salmış bulunmaktadır.Özellikle belediyeler işgücü maliyetlerinden kurtulmak adına belli başlı hizmet sektörlerini özelleştirerek, taşeronlara devretmekte ve işgücü yükünden ve maliyetinden bu şekilde kurtulmaktadırlar.

Neo-liberal belediyecilik anlayışına karşı yapılması gerekenleri ana hatlarıyla sıralarsak;

-Merkezi bütçeden yerel yönetimlere,mahalli idarelere daha fazla kaynak aktarılması,

-Demokratik,katılımcı bir anlayışla halkında söz sahibi olduğu ve gerektiği zaman belediye meclislerini sorgulayabileceği mahalle vb. yerlerde oluşturulacak küçük meclisler şeklindeki halk meclisleri,

-Halkın en önemli yaşamsal hakları olan ulaşım,ısınma,barınma,su vb. gibi gereksinimlere karşı ‘Sosyal Belediyecilik’ anlayışının öngördüğü şekilde alt ve orta gelir gruplarının bütçesine göre asgari ölçek baz alınarak ücretlendirilmesi ve bütçenin elverdiği ölçüde alt gelir gruplarına daha fazla kolaylık sağlanması,

-Sosyal ve kültürel etkinliklerin genişletilerek şehrin en uç noktalarına varıncaya kadar yaygınlık kazanması ve bu etkinliklerden herkesin yararlanabilmesinin sağlanması,

-Şeffaf ve saydam bir belediye yönetimi anlayışı ile ihale komisyonlarının, toplantıları halka açık bir şekilde yapılması vb....olarak özetleyebiliriz.

(1)Küresel Kriz ve Türkiye -Mustafa Sönmez syf.163-164

İBRAHİM UTKU NAR

İşçi Sınıfının Nitel Profili ve Seçim Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme (İbrahim Utku Nar)

Son yılların belki de en renksiz, en hareketsiz seçim sürecini yaşadık. Bildiğiniz üzere AKP seçimlerden büyük bir zaferle çıktı ve Cumhuriyet tarihinde bir ilki gerçekleştirerek ilk kez, üç seçim üst üste oylarını arttırarak iktidara gelen bir parti oldu. Seçimlerin bir diğer kazananı ise kuşkusuz ki , öncülüğünü BDP’nin yaptığı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’dur. Daha önceki sayılarının neredeyse iki katı kadar daha fazla milletvekili çıkartan Blok’un, özellikle Batı’da gösterdiği Sosyalist adayların yüksek bir oy oranı ile seçilmesi de dikkat çeken önemli bir ayrıntıdır.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı ile birlikte yepyeni bir görüntüye kavuşan ve önemli söylem değişikliklerine giden CHP’nin ise seçimlerden istediği sonucu aldığını söylemek çok zor. Oylarını arttırmış olması, son yıllardaki en yüksek oy oranına kavuşulmuş olması bir yana, niteliksel olarak alınan yüzde 26’lık oyun, AKP’nin almış olduğu oy oranının yarısına tekabül etmesi, niceliksel artışın niteliksel bir başarıya dönüşmediğinin göstergesidir.

Seçimlere az bir süre kala kaset skandallarıyla sarsılan MHP için ise, seçimlerden çıkan sonuçlar, kendileri için pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Tarafsızlığına güven duyamasak da seçimler öncesinde sıklıkla yapılan kamuoyu anketlerinde, MHP’nin oy oranının yüzde 11-13 aralığında olacağı söyleniyordu. Kaset skandalı sonrası baraj altında kalma korkusu da yaşayan MHP için, seçimlerde alınan yüzde 13’lük oy, kendileri için bir başarı sayılmasa da beklenen bir sonuç olarak sürpriz yaratmadı.

Belki de seçimlerin en büyük sürprizlerinden birisini, seçimlere “Boyun eğmeyen 500.000 kişi arıyoruz” parolası ile giren TKP gerçekleştirdi. Son yıllarda büyük ivme kaydeden ve örgütsel olarak en hızlı gelişen, güncel-politik birçok meselede net bir tavır sergileyerek Sosyalist Sol içerisinde güçlü bir odak noktası oluşturan TKP’nin, arkasına aldığı rüzgarı seçimlere yansıtamaması büyük bir hayal kırıklığı yaratsa da, partinin tabanında var olan dinamizmin, önümüzdeki zorlu süreçte, toplumsal muhalefet alanında çok önemli işler gerçekleştireceği aşikardır.

**************

Peki AKP, toplumun alt sınıflarından nasıl bu kadar çok destek alabiliyor? AKP’yi bugün, tek alternatif haline getiren unsurlar nelerdir? Bunlara da kısaca değinmekte fayda var…

Yakın tarihimizin en büyük lekelerinden birisi olan 12 Eylül bugün karşılaştığımız durumun miladı olan bir tarihtir. Sol’un üzerinden silindir gibi geçilmesi, çalışanların birçok kazanılmış hakkının budanması, esnekleştirmenin, güvencesizleştirmenin yaygınlaştırılması, sosyal gelişmişlik bakımından çok ileri bir noktada olan toplumun hafızasının silinmesi ve hipnotize edilerek Türk-İslam sentezi doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi yani toplumun (özellikle alt sınıfların) sadaka ve tevekküle muhtaç hale getirilmesi vb., bir çok etken, bugünki sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik durumun ana kökenini oluşturmaktadır. Bu dizayn projesinin, pratikteki en belirgin yansıması da Refah Partisi’nin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. 80 öncesi CHP’nin, Sosyalist Sol’un en büyük kaleleri konumunda olan varoşların, 80 sonrasındaki Muhafazakar kuşatmanın etkisiyle Refah Partisi’nin oy deposu haline gelmesi ve tarikat-cemaatlerin arka bahçesi konumuna sürüklenmesi, istenilen sonucun kısa vadede alındığının bir kanıtı gibidir.

**************

-12 Milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı,

- Resmi olmayan rakamlarla birlikte işsizliğin yüzde 20’lere vardığı,

- Çalışanların neredeyse yarısının kayıt-dışı bir şekilde istihdam edildiği,

- Güvencesizleştirmenin ve esnekleştirmenin bir kural haline getirildiği,

- Sınavlarda yaşanılan skandalların birbiri ardına patladığı,

- Kamusal olan ne varsa hepsinin talan edilerek özel sektöre yok pahasına satıldığı,

- Muhalif olan her kesimin, hukuksuz bir şekilde, cebir ve şiddet yöntemiyle susturulmaya çalışıldığı bir iktidar döneminde halkımızın AKP’ye oy vermesinin altında yatan sosyolojik ve pedagojik nedenleri uzun uzun değerlendirmek satırlar alacağı için, işçilerin penceresinden, onların içinde bulundukları nesnel ve öznel gerçeklikleri de hesaba katarak özetle, birçoğunun niye AKP’ye oy verdiğini analiz edelim…

AKP’nin kitleler üzerinde kurduğu ideolojik-kültürel hegemonyanın ötesinde çalışma hayatında, 12 Eylül’den kalma yasaların hala geçerli oluşu, birçok yönden içinde bulunduğumuz durumun belirleyici unsurlarındandır. İşverenler lehine hükümler içeren 82 Anayasası, emeğiyle geçinen ücretlilerin birçok özlük hakkını budadığı gibi, örgütlenme- sendikal hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlamış, grev ve toplu-sözleşmenin önüne birçok engel çıkardığı gibi güvencesiz ve esnek istihdam biçimini Neo-Liberalleşme doğrultusunda yaygın hale getirmiştir.

Emek kesiminin sosyolojik olarak geçirdiği travmanın yanı sıra ekonomik-sosyal haklarının da ellerinden alınması, toplumu, 12 Eylül’ün arzu ettiği bir noktaya getirmiştir. Bugün bunun uzun vadeli yansıması olarak seçim sonuçları, bizlere istenilenin ne ölçüde gerçekleştirildiğini net bir şekilde göstermektedir.

Kendimizi şu an Türkiye’de çalışan bir işçinin yerine koyarsak; genel olarak o işçinin zihin yapısının korkulardan ve toplumda estirilen muhafazakar dalgadan beslendiğini görürüz. Kapitalizmin en yaygın silahlarından birisi olan “işsizliğin”, Neo-Liberalizm döneminde, kitleler üzerinde yarattığı etki maksimum düzeye varmıştır. Bugün hiçbir özlük hakkı olmadan, kayıt-dışı bir şekilde çalışan işçi şunu iyi bilmektedir ki, kendisinin yerine mevcut olarak çalıştığı işte çalışmaya hazır, dışarıda binlerce belki de milyonlarca işsiz vardır ve patronuna karşı doğrultacağı grev, TİS, sendikalaşma gibi silahların, hiçbir tesirinin olmayacağını iyi bilmektedir. En ufak bir başkaldırışta kapı önüne konulabileceğini iyi bilen işçi için patronu, dua edeceği kişi konumuna gelmiştir. Ülkemiz öznelinde, bu gerçekliği çok iyi bir şekilde görmekteyiz.

TÜSİAD’a bağlı büyük sermaye gruplarının, fazla kar getirmediğini düşünerek özellikle imalat sektöründen çekilmesi ve bu alanı AKP ile birlikte palazlanan “Yeşil Sermaye’ye” bırakması yani reel sektörde “Yeşil Sermaye’nin” hakimiyetinin artıyor olması gerçeğinden yola çıkarsak, bu sermaye zümresinin sahip olduğu fabrika ve üretim tesislerinde çalışanların, ne tür bir baskı ve gericileştirme ortamına sokulduğunu gelin siz düşünün…