Bu Blogda Ara

4 Nisan 2013 Perşembe

Barış için savaş, savaş için barış...

30 yılı aşkın bir süredir TSK ve PKK arasında devam eden düşük yoğunluklu savaş, Öcalan'ın Newroz'daki açıklamalarıyla yeni bir döneme girdi. 40 bine yakın insanın ölümüyle sonuçlanan, milyarlarca dolara mal olan iç savaş ortamının ve Kürt sorunun çözüme kavuşturulması amacıyla, başlarda kamuoyundan saklanarak yürütülen görüşmeler, Oslo'daki yol kazasıyla(!) basına yansıyınca, iktidarın sürekli ağız ve konsept değiştirerek yürüttüğü açılım politikaları artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş oldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın ikircikli tavrı, iktidar kurmaylarının ileri çıkışları başbakanın talimatıyla geri çekilişleri, son süreçle birlikte artık net bir renge bürünmüş oldu. Erdoğan istediği kadar 'biz değil devlet görüşüyor' gibi sözler söylese de, mevcut sürecin bütün yükünün omuzlarında olduğunu gayet iyi biliyor. Böyle bir söyleme kendisini dahi ikna edemediği için, olası bir başarısızlık durumunda veya kamuoyundan yükselebilecek bir tepki karşısında topu auta atarak kaçma şansı artık yok. Mustafa Sönmez'in ifade ettiği gibi kendisine bağladığı 'rehine medya' ile, gündemi istediği şekilde yönlendiren iktidar, İmralı ile yürütülen görüşmelerin toplum nezdinde olağanlaştırılması için elinden gelen çabayı sarf ediyor. Öyle ki, Erdoğan'ın, medya patronlarına verdiği talimatın bir nüvesi olarak, 'barış gazeteciliği' adı altında yeni bir kavram lugatımıza sokulmuş oldu. Bu bağlamda, herkes bu sürecin bir aktörü olarak sorumlu davranmaya çağrılırken, sürecin karşısında olan hatta eleştirel destek sunanlar bile 'savaş gazeteciliği' yaparak, barış gibi kutsal bir kavramı dışlayan kan içiciler olarak lanse edilmeye başlandı.

 Akil isimler... 

 Barış görüşmelerinde etkin bir rol üstlenmesi amacıyla kurulması planlanan 'Akil İnsanlar Komisyonu’nun sürpriz isimlerden oluştuğunu söyleyemeyiz. Açıklanan listede yer alan isimlere bakınca, barışın rengi ve niteliği ortaya çıkıyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı sanatçılardan, iktidarla arası limoni olsa da sisteme göbekten bağlı yazarlara, sermayedarlara kadar geniş bir kutbu kapsayan komisyonun işlevi hakkında kafalarda soru işareti oluşsa da, sürecin iktidarın oluşturduğu havza içinde yürütülmesi ve toplum tarafından kabul görmesi için gerekli olan ne varsa planlı bir şekilde yürürlüğe konuyor. Bu noktada benim tek itirazım ise Nihat Doğan gibi, son dönemde sosyal konulardaki duyarlılığı(!) ile ön plana çıkmış bir ismin, listede adının geçmemesidir.

İşin özünü bu şekilde özetledikten sonra gelelim esas mevzuya...

 Baharın gelişini müjdeleyen Newroz bayramı, ülkenin dört bir yanında BDP'nin öncülüğünde coşkulu bir şekilde kutlanırken, merakla beklenen Diyarbakır'daki kutlamalara bir milyona yakın kişinin katılımıyla son yılların en kalabalık alan gösterisi gerçekleştirilmiş oldu. Katılımın bu kadar yüksek olmasının temel gerekçesi Öcalan'ın çözüm sürecine yönelik, tarihi olarak lanse edilen açıklamaları olunca, Diyarbakır bir anda ülkenin gözü kulağı oldu. Daha fazla uzatmadan Öcalan'ın açıklamalarına gelirsek; Türk ve Kürt halklarının birleştirici harcı olarak İslam vurgusunu ön plana çıkartması, modernite ve ulus-devlet eleştirisi, PKK'nin Türkiye sınırlarını terk etmesi için yapılan çağrı, Misak-ı Milli vurgusu, silahlı mücadelenin yerine siyasi mücadelenin başlatılmasına yönelik söylemleri dikkat çekti. Özellikle İslam bayrağı altında ortak yaşam tasavvuru, Öcalan'ın geldiği noktayı özetlerken, medyada ise bu vurgu, bağımsız bir Kürdistan kurma hedefiyle yolan çıkan Marksist bir örgütün, bölgesel bir aktör olarak, değişen dünya koşullarının yaratmış olduğu düzleme entegrasyon olarak yorumlandı.

 Öcalan'ın İslam vurgusu, sosyolojik bir realite olarak doğru bir tespit. Özellikle Kürt coğrafyasında, dinin toplumsal yaşamdaki etkisini düşündüğümüzde, din olgusunu dışlayıcı bir söylemin, bölgede kök salması çok zor. Bu realiteyi iyi bilen Öcalan'ın, İslam'ı birleştirici harç olarak öne çıkarmasına şaşılmamalı. Yıllardır aynı şeyleri söyleyen Öcalan'ın açıklamalarında yeni olan hiçbir şey yok aslında. Kürt Hareketi, Marksizm-Leninizm'i terk edip, safi ulusalcı bir yapıya büründüğünden beri, örgütsel tabanını ve etki alanını daha da genişletmek için, keskin söylemlerinden vazgeçerek, popülizme dayalı bir hatta ilerlemeye başlamıştı. Bu doğrultuda bölgesel güç odaklarıyla, faydacı bir anlayış doğrultusunda içli dışlı olduğu bir gerçektir. Öcalan'ın açıklamalarına dönersek, modernite üzerine yaptığı eleştirilerde önemlidir. Baskı, imha ve asimilasyon politikalarını kapitalist moderniteye dayandıran Öcalan, 'demokratik modernite' olarak adlandırdığı ama içeriği ve niteliği hakkında tatmin edici hiçbir şey söylemediği modeli, "en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği" olarak sundu. Marksist klasikleri az buçuk okuyup etüt eden kişilerin bildiği bir gerçek varsa o da şudur; kapitalist modernitenin eleştirisi sınıfsız, imtiyazsız bir düzene, yabancılaşmanın, sömürünün ortadan kalktığı yeni bir uygarlığa işaret ettiği sürece 'devrimci' bir temele oturur. Daha önceki yıllardaki açıklamalarında Marx'ı aştığını iddia eden Öcalan'ın modernizm eleştirisi, fazla detaylandırmasa da post-modern tezlere dayandığı görülüyor. Bölgesel bir aktör olmayı kafasına koyan Öcalan'ın, emperyalizmin bölgesel ve dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda AKP-Cemaat eliyle şekillendirdiği 'Ilımlı İslam'a dayalı yeni rejimin kültürel, siyasal kodlarına göre Kürt Hareketi'ni biçimlendirmeye çalışması, arzu edilen barış ortamına kapı aralar gibi gözükse de, Ortadoğu halkları açısından kanlı sonuçlar yaratacağı aşikardır.

  "Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar. Sosyalistler, burjuva siyaset adamlarının, ulusların özgürlüğü üzerine söylevler vererek insanları aldatmalarına fırsat vermemeli, ezen ulusların halk yığınlarına, öteki ulusların ezilmesine yardım ettikleri ve o ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp yüce tutmadıkları sürece, kendilerinin özgürlüğe kavuşmayı beklememeleri gerektiğini anlatmalıdırlar. Barış sorunuyla ulusal sorunda emperyalist siyasetten farklı olarak, bütün ülkelerde güdülecek sosyalist siyaset budur.. Seçim devrimci savaşım ile emperyalizme kölelik arasındadır. Orta yol yoktur. Proletaryaya en büyük zararı, "orta yol" siyasetinin ikiyüzlü (ya da duygusal) mimarları veriyor." Lenin - Collected Works, s. 294. 

Yüz binlerce Kürt proleteri Batı'da insani olmayan koşullarda, zor şartlarda, hiçbir güvencesi olmadan, vahşi bir şekilde sömürülürken, Kürt Siyasi Hareketi'nin, ekonomik-sosyal konularda tutarlı bir tavır sergilediğini, neo-liberal politikalar karşısında bir direniş hattı oluşturduğunu söylemeyiz. Kürt sorunu, ulusal bir sorun olarak karşımızda dursa da, bir ekonomi-politiğinin olduğunu, sınıfsal boyutunu yadsıyamayız. Genel veya güncel, toplumsal, siyasal olayları diyalektik metotlu tarihsel maddecilliğin ışığında, nedensellik ve dolayısıyla tarihsellik bağı kurarak ele alan Sosyalistler bu süreci ve Kürt Hareketi'nin genel yapısını elbette eleştirecektir. Bu eleştiri Kürt halkına ve mücadelesine sırt dönmek değildir. Burjuva gericiliğini besleyecek, rejimi faşizan-totaliter bir yapıya büründürecek olan bir sürecin ortada o kadar olumsuz veri varken, Türk, Kürt ve Ortadoğu halklarına bir sükûnet sağlayacağını söyleyebilmek güçtür. Zamanlaması açısından manidar olan İsrail'in özrü, es geçilmemesi gereken bir olaydır. Keza, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Türkiye'den özür dilemelerinin ardındaki ana sebebin de Suriye'deki durum olduğunu net bir şekilde ifade etti. Suriye, İran ve Irak merkezi yönetimini de ele aldığımızda, bölgedeki Şii ekseninin kırılarak, Sünni hegemonyanın tesis edilmesine dönük bölgesel planlar, soyut bir barış edebiyatının somutlamış bir savaş halidir. Yıllardır akan kanın durması uğruna atılan adımların, Türk ve Kürt barışını sağlamaktan öte, AKP'nin 'Yeni-Osmanlıcılık' projesine güç kazandıracak bir hamle olduğu ortadadır. Öcalan'ın Musul'u da kapsayan Misak-ı Milli vurgusu, AKP'nin 'Yeni-Osmanlıcılık'a dayalı 'Büyük Türkiye' tezleri, özetle mevcut barış süreci, çıkarların ortaklaşmasından ziyade, Suriye ve İran'a yönelik planların gerektirdiği bir zorunluluktur.