Bu Blogda Ara

18 Haziran 2011 Cumartesi

NEO-LİBERAL BELEDİYECİLİK

1980 sonrası kabuk değiştiren Kapitalizm; ‘Küreselleşme’ olgusu adı altında ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ şiarını benimsiyen ve piyasasın sonsuz serbestliğini savunup, devletin olabildiğince küçültülüp sadece güvenlik vb. rutin işlere bakmasını amaçlayan ve sermayenin global dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılıp dünyanın küçük bir pazar haline gelmesini amaçlayan neo-liberal akımın güdümüne girerek günümüzdeki başat üretim ilişkilerinin niteliğini oluşturmaktadır.Buna uygun şekilde mahalli idareler,yerel yönetimler veya belediyeler olarak nitelendirdiğimiz kurumlarında işlevselliği neo-liberalist bir anlayışın öngördüğü şekilde kabuk değiştirmekte ve mevcut konumları gereği kamu yararına mal ve hizmet üretmesi gereken bu kurumlar, herşeyin ticarileştirilmesi,piyasaaştırılması,özelleştirilmesi rüzgarına da savrularak adeta bir işletme ve ticari bir kurummuş gibi davranmaktadırlar.
“Sanayi kapitalizminin başat olduğu dönemlerde kentli nüfusun ağırlığını oluşturan ücretlilerin yaşadığı kentlerde belediyeden beklenen, ağırlıkla ücretli sınıfın (işçilerin ve kamu çalışanlarının) ve ailelerinin konut,ısınma, ulaşım, kreş, dinlenme vb. ihtiyaçlarının asgari maliyetlerle karşılanmasına yarayacak hizmetleri yerine getirmesi, böylece sanayiciye işgücünün maliyetini en aza indirecek dışsal ekonomiyi sağlamaktı. Artık değerin daha çok sanayiden sağlandığı bu sermaye birikimi süreci, Merkez kapitalist ülkelerde 17-18. yüzyıllardan 20. yüzyıla, Türkiye gibi çevre-bağımlı ülkelerin birçok kentinde ise 19. ve 20. yüzyıllarda geçerli oldu.
Azami karın, ağırlıkla sanayiden değil de, başta finans olmak üzere sanayi dışı alanlardan elde edilmeye başlandığı, dolayısıyla, kentlerin sanayi ücretlileri yerine, daha çok hizmet sektörü çalışanlarının, mavi ve beyaz yakalıların ikamet ettiği mekanlar haline geldiği 1980 sonrası dönemde kentler, dolayısıyla belediyeciliğin işlevi de değişti.” (1)1980 sonrası dönemde niteliği değişen ve neo-liberal anlayışa mikro ölçekte ayak uyduran belediyecilik, kent arsası rantı üzerinden büyük bir gelir elde etmeye başlamış ve şehrin potansiyeli yüksek olan bölgelerindeki arazileri imara açarak ve bu bölgelerden büyük bir rant elde etmişlerdir.Aynı şekilde imar planlarında yapılan usulsüzlük ve günümüzde AKP’li belediyeler tarafından yürütülen ihalelerin yandaş sermayedarlara peşkeş çekilmesi, belediyelerin kamu yararına mal ve hizmet üretiminin piyasalaştırılıp meta haline getirilmesi gibi(elektrik,su,doğalgaz,ulaşım vb.) çarpıklıklar neo-liberal belediyecilik anlayışının göstergeleridir.

Neo-liberal belediyecilikte amaçlanan en büyük şeylerden birisi de belli başlı metropollerin Uluslararası ticaretin ve finansal sistemin beşik noktaları olması ve ona uygun tasarlanmasıdır.Buna uygun olarakta kentsel dönüşüm projeleri adı altında alt gelir gruplarının yaşadığı bölgeler rant spekülasyonuna tabi tutularak imara açılıp o bölgedeki yaşayan insanlar yerlerinden edilmektedir.

Özellikle neo-liberalizmin çalışma hayatında yarattığı tahribatın yansımasını belediyecilikte de yoğun bir şekilde görmekteyiz.Esnek çalışma, sendikaların gücünü ve işlevini kırma veya çalışanları yandaş sendikalara yönlendirme,kayıtdışı işçi çalıştırma,taşeronlaştırma vb.. uygulamalar ücretlilerin belini büken ve onları insanca yaşama standartlarından gün geçtikte uzaklaştıran uygulamalar olarak kök salmış bulunmaktadır.Özellikle belediyeler işgücü maliyetlerinden kurtulmak adına belli başlı hizmet sektörlerini özelleştirerek, taşeronlara devretmekte ve işgücü yükünden ve maliyetinden bu şekilde kurtulmaktadırlar.

Neo-liberal belediyecilik anlayışına karşı yapılması gerekenleri ana hatlarıyla sıralarsak;

-Merkezi bütçeden yerel yönetimlere,mahalli idarelere daha fazla kaynak aktarılması,

-Demokratik,katılımcı bir anlayışla halkında söz sahibi olduğu ve gerektiği zaman belediye meclislerini sorgulayabileceği mahalle vb. yerlerde oluşturulacak küçük meclisler şeklindeki halk meclisleri,

-Halkın en önemli yaşamsal hakları olan ulaşım,ısınma,barınma,su vb. gibi gereksinimlere karşı ‘Sosyal Belediyecilik’ anlayışının öngördüğü şekilde alt ve orta gelir gruplarının bütçesine göre asgari ölçek baz alınarak ücretlendirilmesi ve bütçenin elverdiği ölçüde alt gelir gruplarına daha fazla kolaylık sağlanması,

-Sosyal ve kültürel etkinliklerin genişletilerek şehrin en uç noktalarına varıncaya kadar yaygınlık kazanması ve bu etkinliklerden herkesin yararlanabilmesinin sağlanması,

-Şeffaf ve saydam bir belediye yönetimi anlayışı ile ihale komisyonlarının, toplantıları halka açık bir şekilde yapılması vb....olarak özetleyebiliriz.

(1)Küresel Kriz ve Türkiye -Mustafa Sönmez syf.163-164

İBRAHİM UTKU NAR

İşçi Sınıfının Nitel Profili ve Seçim Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme (İbrahim Utku Nar)

Son yılların belki de en renksiz, en hareketsiz seçim sürecini yaşadık. Bildiğiniz üzere AKP seçimlerden büyük bir zaferle çıktı ve Cumhuriyet tarihinde bir ilki gerçekleştirerek ilk kez, üç seçim üst üste oylarını arttırarak iktidara gelen bir parti oldu. Seçimlerin bir diğer kazananı ise kuşkusuz ki , öncülüğünü BDP’nin yaptığı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’dur. Daha önceki sayılarının neredeyse iki katı kadar daha fazla milletvekili çıkartan Blok’un, özellikle Batı’da gösterdiği Sosyalist adayların yüksek bir oy oranı ile seçilmesi de dikkat çeken önemli bir ayrıntıdır.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı ile birlikte yepyeni bir görüntüye kavuşan ve önemli söylem değişikliklerine giden CHP’nin ise seçimlerden istediği sonucu aldığını söylemek çok zor. Oylarını arttırmış olması, son yıllardaki en yüksek oy oranına kavuşulmuş olması bir yana, niteliksel olarak alınan yüzde 26’lık oyun, AKP’nin almış olduğu oy oranının yarısına tekabül etmesi, niceliksel artışın niteliksel bir başarıya dönüşmediğinin göstergesidir.

Seçimlere az bir süre kala kaset skandallarıyla sarsılan MHP için ise, seçimlerden çıkan sonuçlar, kendileri için pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Tarafsızlığına güven duyamasak da seçimler öncesinde sıklıkla yapılan kamuoyu anketlerinde, MHP’nin oy oranının yüzde 11-13 aralığında olacağı söyleniyordu. Kaset skandalı sonrası baraj altında kalma korkusu da yaşayan MHP için, seçimlerde alınan yüzde 13’lük oy, kendileri için bir başarı sayılmasa da beklenen bir sonuç olarak sürpriz yaratmadı.

Belki de seçimlerin en büyük sürprizlerinden birisini, seçimlere “Boyun eğmeyen 500.000 kişi arıyoruz” parolası ile giren TKP gerçekleştirdi. Son yıllarda büyük ivme kaydeden ve örgütsel olarak en hızlı gelişen, güncel-politik birçok meselede net bir tavır sergileyerek Sosyalist Sol içerisinde güçlü bir odak noktası oluşturan TKP’nin, arkasına aldığı rüzgarı seçimlere yansıtamaması büyük bir hayal kırıklığı yaratsa da, partinin tabanında var olan dinamizmin, önümüzdeki zorlu süreçte, toplumsal muhalefet alanında çok önemli işler gerçekleştireceği aşikardır.

**************

Peki AKP, toplumun alt sınıflarından nasıl bu kadar çok destek alabiliyor? AKP’yi bugün, tek alternatif haline getiren unsurlar nelerdir? Bunlara da kısaca değinmekte fayda var…

Yakın tarihimizin en büyük lekelerinden birisi olan 12 Eylül bugün karşılaştığımız durumun miladı olan bir tarihtir. Sol’un üzerinden silindir gibi geçilmesi, çalışanların birçok kazanılmış hakkının budanması, esnekleştirmenin, güvencesizleştirmenin yaygınlaştırılması, sosyal gelişmişlik bakımından çok ileri bir noktada olan toplumun hafızasının silinmesi ve hipnotize edilerek Türk-İslam sentezi doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi yani toplumun (özellikle alt sınıfların) sadaka ve tevekküle muhtaç hale getirilmesi vb., bir çok etken, bugünki sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik durumun ana kökenini oluşturmaktadır. Bu dizayn projesinin, pratikteki en belirgin yansıması da Refah Partisi’nin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. 80 öncesi CHP’nin, Sosyalist Sol’un en büyük kaleleri konumunda olan varoşların, 80 sonrasındaki Muhafazakar kuşatmanın etkisiyle Refah Partisi’nin oy deposu haline gelmesi ve tarikat-cemaatlerin arka bahçesi konumuna sürüklenmesi, istenilen sonucun kısa vadede alındığının bir kanıtı gibidir.

**************

-12 Milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı,

- Resmi olmayan rakamlarla birlikte işsizliğin yüzde 20’lere vardığı,

- Çalışanların neredeyse yarısının kayıt-dışı bir şekilde istihdam edildiği,

- Güvencesizleştirmenin ve esnekleştirmenin bir kural haline getirildiği,

- Sınavlarda yaşanılan skandalların birbiri ardına patladığı,

- Kamusal olan ne varsa hepsinin talan edilerek özel sektöre yok pahasına satıldığı,

- Muhalif olan her kesimin, hukuksuz bir şekilde, cebir ve şiddet yöntemiyle susturulmaya çalışıldığı bir iktidar döneminde halkımızın AKP’ye oy vermesinin altında yatan sosyolojik ve pedagojik nedenleri uzun uzun değerlendirmek satırlar alacağı için, işçilerin penceresinden, onların içinde bulundukları nesnel ve öznel gerçeklikleri de hesaba katarak özetle, birçoğunun niye AKP’ye oy verdiğini analiz edelim…

AKP’nin kitleler üzerinde kurduğu ideolojik-kültürel hegemonyanın ötesinde çalışma hayatında, 12 Eylül’den kalma yasaların hala geçerli oluşu, birçok yönden içinde bulunduğumuz durumun belirleyici unsurlarındandır. İşverenler lehine hükümler içeren 82 Anayasası, emeğiyle geçinen ücretlilerin birçok özlük hakkını budadığı gibi, örgütlenme- sendikal hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlamış, grev ve toplu-sözleşmenin önüne birçok engel çıkardığı gibi güvencesiz ve esnek istihdam biçimini Neo-Liberalleşme doğrultusunda yaygın hale getirmiştir.

Emek kesiminin sosyolojik olarak geçirdiği travmanın yanı sıra ekonomik-sosyal haklarının da ellerinden alınması, toplumu, 12 Eylül’ün arzu ettiği bir noktaya getirmiştir. Bugün bunun uzun vadeli yansıması olarak seçim sonuçları, bizlere istenilenin ne ölçüde gerçekleştirildiğini net bir şekilde göstermektedir.

Kendimizi şu an Türkiye’de çalışan bir işçinin yerine koyarsak; genel olarak o işçinin zihin yapısının korkulardan ve toplumda estirilen muhafazakar dalgadan beslendiğini görürüz. Kapitalizmin en yaygın silahlarından birisi olan “işsizliğin”, Neo-Liberalizm döneminde, kitleler üzerinde yarattığı etki maksimum düzeye varmıştır. Bugün hiçbir özlük hakkı olmadan, kayıt-dışı bir şekilde çalışan işçi şunu iyi bilmektedir ki, kendisinin yerine mevcut olarak çalıştığı işte çalışmaya hazır, dışarıda binlerce belki de milyonlarca işsiz vardır ve patronuna karşı doğrultacağı grev, TİS, sendikalaşma gibi silahların, hiçbir tesirinin olmayacağını iyi bilmektedir. En ufak bir başkaldırışta kapı önüne konulabileceğini iyi bilen işçi için patronu, dua edeceği kişi konumuna gelmiştir. Ülkemiz öznelinde, bu gerçekliği çok iyi bir şekilde görmekteyiz.

TÜSİAD’a bağlı büyük sermaye gruplarının, fazla kar getirmediğini düşünerek özellikle imalat sektöründen çekilmesi ve bu alanı AKP ile birlikte palazlanan “Yeşil Sermaye’ye” bırakması yani reel sektörde “Yeşil Sermaye’nin” hakimiyetinin artıyor olması gerçeğinden yola çıkarsak, bu sermaye zümresinin sahip olduğu fabrika ve üretim tesislerinde çalışanların, ne tür bir baskı ve gericileştirme ortamına sokulduğunu gelin siz düşünün…

9 Mayıs 2011 Pazartesi

NEO-LİBERAL KUŞATMAYA KARŞI TEK ALTERNATİF : MARKSİZM

Reel Sosyalizmin çöküş tarihi olarak gösterilen ‘89 Berlin Duvarı’nın yıkılması, yeni bir dönemin miladı olarak gösterilmektedir.Oysa “Tarih” dün olduğu gibi bugün de kendi kanunlarının çizdiği kendi yolunu yürümektedir. O nedenle gerçekleri kavramak için olayların tarihcil gelişimini olduğu gibi ele almak gerekmektedir.

Bildiğimiz gibi “Küreselleşme” diye yutturulmaya çalışılan ve “Neo-Liberalizm” adı verilen bugünkü Emperyalist Kapitalizm düzeninin altyapısını oluşturan olayların geçmişi daha eski yıllara inmektedir.

Özellikle Vietnam Harbinden Vietnam halkının Dünya Emperyalizmine karşı zaferle çıkışından sonra, Dünyadaki İşçi Sınıfı Hareketlerinin “Devrim atılımları” gerçekleştirmek için yeni yollar aradığı yıllarda, ne yazık ki dünya sosyalist hareketleri üzerinde, “Marksizm Softalığı” da tüm zehirli çiçekleriyle filizlenip ortalığı kaplamış bulunuyordu. O günlerde Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya askeri müdahale zorunda kalmasından sonra, o güne dek veba illeti gibi her yere yayılmış olan “Marksizm Softalığı”nın can verdiği zehirli çiçeklerin olumsuz etkileri artık gözle görülür bir hale gelmişti. Çünkü yalnız dünyanın Sovyetler ve Çin adındaki dev gibi büyük iki Sosyalist devleti ve toplumu içinde değil, aynı zamanda aralarındaki “ilişkiler” üzerinde de en az o kadar zararlı ve öldürücü olan zehirli meyvelerini vermeye başlamıştı…Aynı yıllarda bu gelişmelere paralel olarak Dünyadaki Emperyalist Kapitalizm cephesi de kendi varoluş problemleriyle boğuşmaktaydı. Zaten Dünyadaki birçok politik gelişmeler yanında, tam o sıralar patlayan “Petrol krizi” de Emperyalist Kapitalizmin metropoller cephesinde Ekonomik olarak büyük tahribatlara yol açmıştı. Çok geçmeden İran’daki nüfuzunu da kaybeden Evren Finans-Kapitalizmi yeni ekonomik-politik-askeri stratejiler geliştirmek ve uygulamak zorunda kalmıştı.

Özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren başlayan Petrol krizinin ardından yeni bir sermaye birikim modeline geçen Dünya Kapitalizmi, bu modele uygun olarak yeni bir iktisadi-siyasi ve toplumsal formasyonu, etkin olduğu ülkelere dayatarak köklü değişikliklere neden olmuştur.

Ülkemizde bunun ilk adımı Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde bulunan Turgut Özal’ın hazırladığı 24 Ocak Kararları’nın alınmasıyla atılmıştır.O zamana kadar Türkiye’de hakim olan iç piyasayı ve talebi canlı tutma doğrultusunda korumacı önlemler alınmasını gerektiren İthal İkameci anlayış, Dünya Kapitalizminin bu yeni modeline uymamaktaydı.Fakat hükümetlerin sürekli el değiştirdiği, çatışmaların sürekli artarak yer yer katliamlara dönüştüğü kısacası istikrarsızlığın ve kaosun kol gezdiği bir ortam da çok sert önlemlerin alınmasını gerektiren 24 Ocak Kararlarını hayata geçirebilecek bir otoriteye sahip siyasi iktidarın mevcudiyeti bulunmaktaydı.Öznel şartlar buna izin vermemekteydi.Bunun için demir bir yumruk gerekiyordu ve çok geçmeden bu demir yumruk 12 Eylül 1980’de masaya elini vurarak iktidarı aldı.

Bu süreçten sonra, bu yeni sermaye birikim modeline uygun olarak iktisadi,siyasi ve hatta kültürel-sanatsal alanlarda birçok değişim ve dönüşüme gidildi.12 Eylül tam anlamıyla bir toplum mühendisliği projesiydi ve Askeri-Faşist Cunta ,Evren Finans Kapital’i lehine bu görevi fazlasıyla üstlenerek yerine getirdi.Bu sürecin bir sonucu olarak 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal’ın Genel başkanı olduğu ANAP, 12 Eylül Darbesinden sonra yapılan bol yasaklı ve meşruiyeti kuşkulu ilk seçimlerden galip çıkarak efendilerinin buyruğu doğrultusunda “Neo-Liberalizm’in” ülke içinde kökleşmesi adına ne gerekiyorsa elinden geleni yaparak şimdi ki mirasçılarına sağlam bir alt yapı oluşturdu.

Kısaca özetlemeye çalıştığım bu geçiş sürecinin, öncesinde ve sonrasında yaşanılanlar sayfalara sığmayacak kadar geniş çaptadır fakat konunun bütünlüğü açısından şimdilik bu kadar detaya girmeyeceğim.

***************


Piyasanın işlevinin daha da serbestleşerek merkezileştiği, kamusal olan ne varsa hepsinin varlığı ve işlerliği sınırlandırılarak veya özelleştirilerek piyasaya açık hale getirildiği, Mali sermayenin oligarşik yapısının daha da güçlenerek yedi başlı bir canavar haline dönüştüğü bir sistem olan “Neo-Liberalizm” bugün dünya da egemenliğini tek taraflı olarak ilan etmiş bulunmaktadır.

Yazının başında da belirttiğim gibi 89 Berlin Duvarı’nın yıkılması yani Reel Sosyalizmin çökmesini bir milad olarak kabul ederek Kapitalist sistemin kesin zaferini ilan eden Fukuyama başta olmak üzere birçok Neo-Liberal kuramcı, bundan sonra ki süreçle birlikte “Neo-Liberalizm’in” tek ve egemen bir güç olarak varlığını sürdüreceğini iddia etmişlerdi.

Geldiğimiz nokta itibariyle sistemin yapısal bozukluklarından kaynaklanan krizlerin yoğunluğu, Merkez ülkelerdeki refah oranlarının güç geçtikçe düşmesi, buna paralel olarak birçok sosyal-ekonomik hakkın budanarak en ufak krizlerde dahi faturanın halka çıkartılması,Latin Amerika’da yükselen “Anti-Emperyalist ve Halkçı” hareketlerin kıtada etkin bir konuma gelmesi,Rusya,Hindistan,Çin gibi yükselen ekonomilerin gittikçe güçlenerek Amerika ve AB’nin Dünya Kapitalizmi üzerindeki hegomanyasını sarsmaya başlaması gibi birçok etken “Neo-Liberalizmi” ve onunla birlikte Kapitalizmin varlığını da sorgulatmaya başlamıştır.


Son yaşanan Küresel Krizin ardından Marx’ın en önemli yapıtı olan “Das Capital’in” Avrupa başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde en çok satılan kitaplar listesine girmesi, epey ironik olarak Yapı Kredi Yayınları’nın ülkemizde bu eseri basması, Türkiye’deki etkin sermayedarlardan biri olan Alarko Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’un bir toplantı esnasında sistemin yapısal krizlerinden dem vurup artık Marx’ın tekrar keşfedilmesi gerektiğine dair söylemleri asla tesadüf değildir.

Marksistlerin yıllardan beri deklare ettiği söylemlerinin geçerliliği bugün için daha iyi anlaşılmaktadır.Marksizm’in krizde olduğu artık ideolojilerin son bulduğu efsanesine karşı, diyalektik bir bütünsellik, tarihsel ve bilimsel açıdan bakıldığında haklı bir dava olan ve mutlak zafere erişecek olan Sosyalizm mücadelemiz bugünden yarına olabilecek bişey değildir.Yılların mücadelesidir.Ne yazık ki ülkemiz öznelinde “Sosyalist,Devrimci,Yurtsever” güçlerin hala etken bir konuma erişememesi birçok sıkıntıya da beraberinde getirmektedir.

12 Eylül Askeri Darbesiyle zindanlara esir düşen Sosyalist-Devrimci birçok kanaat önderinin uzun tutukluluk sürelerinin ardından değişen dünya konjonktürünün de etkisiyle kimisinin kurtuluşu egemenlerin yanında görerek Liberalleşmesi ve kimisinin anti-emperyalist muhtevasını korusa da sınıf pusulasını kaybederek Ulusalcı-Kemalist bir konuma evrilmesi şu an için yaşadığımız sıkıntıların ana nedenlerindendir.

12 Eylül ile birlikte başlayan depolitizasyon süreci yeni kuşakları yoğun bir şekilde etkilerken son süreçle birlikte artık özellikle gençlerin tekrar politize olmaya başladıklarını görmekteyiz.
Geldiğimiz nokta da 80 öncesinde olduğu gibi bugün de öğrenci-gençlik hareketleri toplumsal muhalefetin dinamik yapısını oluştururken, bu hareketlerin geniş bir tabana yayılıp sınıf hareketine dönüşebilmesi için mevcut nesnelliği iyi gözeterek kısa vade de kitleler üzerinde meşruiyet kazanabilecek uzun vade de siyasi iktidarı hedefleyebilecek bir perspektifinin olması gerekmektedir.

22 Mart 2011 Salı

Seçimler Yaklaşırken HALK ve CHP'nin Ekseni...

HALKI BUNALTAN EKONOMİK-POLİTİK ÇIKMAZLAR

Dev adımlarla çığ gibi büyüyen işsizlik ve yoksulluk içinde bunalan halk yığınlarının yürekler acısı durumu, güvenilir olmayan “resmi rakamlarda” bile artık göze batmaktadır.

TUİK’in 15 Mart tarihinde yayınlamış olduğu “Hanehalkı İşgücü Araştırması 2010 Aralık Dönemi Sonuçları”, işsizliğin ulaştığı trajedik boyutta hâlâ olumlu yönde önemli bir değişikliğin olmadığını göstermektedir. İşsizlik, hala kriz öncesindeki dönemin gerisindedir…

Açıklanan verilere göre; yüzde 11.4’e varan işsizlik bir önceki dönem olan 2010 Kasım’a göre 4 puanlık artış gösterirken kriz öncesindeki yıl olan 2007’nin aynı dönemindeki yüzde 10.6’lık işsizlik oranın hala üstündedir. Rakamsal olarak da ifade edersek 2007’ye göre 493 bin kişi artmış durumdadır, “işe başlamaya hazır olan umudu kesik işsizler” de dahil edildiğinde bu rakam 853 bini buluyor.

alt

-Yaptığı işten dolayı sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan çalışanların oranı da yüzde 42 civarında seyretmektedir. Rakamsal olarak da, kriz öncesindeki dönemden bugüne “kayıt dışı çalışanların” sayısında 1 milyon 40 bin kişilik bir artış söz konusudur.

-15-24 yaş arasındaki dilimi kapsayan “Genç nüfusta işsizlik oranı” da kriz öncesine göre yüzde 1’lik bir artışla yüzde 21.6 civarındadır.

*************************************

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR), “Sanayide Reel Birim Ücretler ve İstihdam 2010 yılı” adlı raporundaki veriler, sanayide çalışanların gelir durumunun, krizin yarattığı tahribat ortamında ne yöne doğru evrildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Durumu rapordan açıkça görebiliriz; “2007 yılı ile 2010 yılı verileri karşılaştırılarak yapılan hesaplamaya göre, sanayi istihdamında yaşanan yüzde 5.79, brüt reel ücretlerdeki (verimlilik ve istihdam etkisi olmadan) 1.4 oranındaki daralmaya karşın, üretim yüzde 1.36, işçilerin verimliliği yüzde 7.53 oranında arttı. Buna göre kriz döneminden bu yana daha az kişi ile daha çok iş yapmak zorunda bırakılan işçilerin ürettikleri değer başına reel brüt ücretlerinde (reel birim ücretler) gerileme yüzde 8.24 olarak gerçekleşti.”

AKP’nin sürdürmüş olduğu plansız ve piyasacı ekonomi modelinde, alt gelir grubundakilerin durumu gün geçtikçe daha kötüye doğru giderken, AKP iktidarıyla servetlerine servet katarak büyük bir ivme kaydeden, MÜSİAD etrafında çöreklenmiş İslami-Yeşil Sermaye ile TÜSİAD etrafında çöreklenmiş Yerli Finans-Kapital zümresi için aynı şeyleri söylemek zor olsa gerek.

İşçi sınıfı başta olmak üzere geniş olarak emeğiyle geçinen kesimlere yönelik saldırılarını, mevcudiyetine dayandığı Neo-Liberal politikalarla sert bir şekilde sürdüren iktidarın karşısında, Türkiye İşçi Sınıfının mevcut nitel profilinin sosyo-politik, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik birçok nedenden ötürü yetersiz oluşu, Türkiye Sosyalist Hareketi’nin binbir parçaya bölünmüş yapısı vb. diğer birçok etkenden dolayı sınıf mevzili güçlü bir toplumsal muhalefet cephesinin yaratılamaması AKP iktidarının talan ve sömürü politikalarında elini kuvvetlendirmektedir.

UMUDUMUZ KILIÇDAROĞLU OLABİLİR Mİ ?... (!)

Gelinen noktada Kılıçdaroğlu ile birlikte söylem değişikliğine giden CHP’nin yapısal anlamda ekseninin Sol’a doğru evrildiğine dem vurup, 12 Haziran seçimlerinde AKP’nin karşısında bir blok olarak CHP’nin desteklenmesi şeklinde tavır koyanların yaşadığı aymazlık da endişe vericidir.

Son kurultayda oluşturulan PM ve MYK üyelerinin yapısı partinin evrildiği ekseni güzel bir şekilde özetliyor.Bu yeni PM’de kimler yok ki ; Soros kaynaklı Vakıf ve Derneklerde yöneticilik yapmış isimler, Neo-Liberal İktisadi politikaları hararetle savunan akademik kökenli aydınlar ve buna paralel olarak bol miktarda Sermayedar, Fethullah Gülen Cemaatini övmekten çekinmeyen bir İlahiyatçı, sendikal bürokrasiyi içselleştiren ve aristokrat işçi zümresinin sözcülüğünü üstlenen sendikal kökenli isimler, ANAP vb. gibi merkez sağ da görev almış isimler... Bu liste daha o kadar uzar ki araya serpilmiş birkaç Sol-Sosyal Demokrat isimlerin varlığı, hafif bir ağırlık bile oluşturamayacak kertededir.

Partideki son gelişmeler de, böyle bir kadroyu barındıran bir partiden farklı bir refleksin gelişemeyeceğini kanıtlar niteliktedir…

-Mehmet Haberal gibi Merkez Sağ kökenli ve zamanında "Devrimcilere" karşı kasıtlı olarak uyguladığı yanlış tedavi yöntemleriyle onların ölümüne ve sakat kalmasına sebep olan birisi partiye kabul edilirken, Fikri Sağlar ve Gürbüz Çapan gibi görüşlerine tam olarak katılmasam bile İlerici-Demokrat insanlar, PM tarafından üyeliğe geri dönüş taleplerinin reddedilmiştir.

-Emperyalist haydutluğun gözünü diktiği Libya’ya BM’nin onayıyla başlatılan askeri operasyona karşı Kılıçdaroğlu’nun konuyla ilgili yorumu da “ilginçtir”:

“Biz yapılan operasyonun kan dökülmeden gerçekleşmesini arzu ediyoruz. Özellikle Kaddafi’ye çağrımız var. Libya süratle demokrasiye geçmeli ve bu konuda açıklamalar yapılmalı ve bu konuda Türkiye’nin tavrı yanlış değil. Uluslararası meşruiyet kazandığına göre, yapılan çağrıları da olumlu buluyorum. Kan dökülmesini istemeyiz. Bu tür bir operasyonun daha farklı yapılmasını arzu ederdik. Ama koşulların uygun olmadığı yönünde bilgiler geliyor. Kaddafi’nin direndiği yönünde bilgiler geliyor. Bizim arzumuz kan dökülmeden Libya’ya demokrasinin ve özgürlüğün gelmesidir.”

Emperyalizmin Libya’daki petrol havzalarını kontrol edebilmek ve yıllardır bir çıban başı olarak gördüğü Kaddafi’yi sindirebilmek adına, ülkede bir takım gruplar aracılığıyla yarattığı kaos ortamı bahane edilerek ABD, İngiltere, İtalya ve Fransa başta olmak üzere BM tarafından alınan kararla askeri operasyona başlanılması Türkiye’de de geniş yankı buldu. Özellikle Burjuva medya ve basın tarafından psikolojik harbin bir ayağı olarak yaşananların yanlı bir şekilde dillendirilerek aktarılması, ayrıca değinilmesi gereken bir konu olmakla birlikte, kamuoyuna karşı “Halkçılık ve Devrimcilik” edebiyatı yapan bir partinin genel başkanının Emperyalizmin “Demokrasi ve İnsan Hakları” bahanesiyle başlattığı bu haydutluğa meşruiyet kazandırma yönündeki açıklamalarının “Sol” ile bağdaşır bir yanını bulmak çok zor.

-Esnek ve güvencesiz istihdam şeklinin bir sonucu olan taşeronlaştırma sistemine karşı bir söylem geliştiren ve kamuoyunda bunu sıkça dile getiren CHP’nin, kendisine bağlı bulunan belediyelerde bunun aksi yönünde uygulamalara gidilmesi de büyük bir çelişki oluşturuyor. Özellikle İzmir’in Buca ve Konak Belediyelerinde sendikal haklar ve iş güvenliği istedikleri için işten çıkarılan taşeron işçilerle, bu sisteme kurban edilenlerin durumları ortada ! Son olarak 17 Mart’ta CHP'li Konak Belediyesi'nde taşeronlaştırmaya ve sendikasız çalıştırılmaya karşı direnen işçilere belediye yönetimi ve polisin işbirliğiyle saldırılmasından 2 gün sonra İzmit/Gebze’de CHP tarafından ‘Taşeronlaştırmaya Dur’ mitinginin yapılması trajikomik bir mizansen olarak karşımızda duruyor.

Son süreçle birlikte AHMET ALTAN’ın bile övgüsünü kazanan CHP’nin geldiği nokta itibariyle ekseninin “SOL’A” kaydığını, emekçiler ve ezilenler için bir umut olabileceğini söyleyebilmemiz için somut olarak pratikte elimizde olumlu argümanlar bulunmuyor.

Evren Finans-Kapital Oligarşisi kendine bağımlı siyasi ve iktisadi iktidarlarını oluştururken bölgesel planları dahilinde, muhalefeti de yeni konjonktürel ortama göre dizayn ederek bağımlılık ilişkisini kendi lehine doğru çevirmektedir. Son düzlemde faşizan bir iktidar olma yolunda hızlı adımlarla yol alan iktidara karşı, “Sosyalist-Devrimci” grup ve partilerin en azından asgari müştereklerde buluşarak bir “güç birliğine” gitmesi ve halkımızı, iktidarından muhalefetine bütün düzen güçlerinin payandası olmaktan kurtarma görevleri bütün yakıcılığıyla karşımızda duruyor.

İBRAHİM UTKU NAR

10 Mart 2011 Perşembe

2010'A DAMGA VURAN SOSYAL HAREKETLER

2009 yılında şiddetini arttıran Küresel ölçekli ekonomik krizin yarattığı tahribat, toplumun alt gelir grubuna dahil olan büyük kitleler tarafından fazlasıyla hissedilir ölçüde halen devam etmektedir. Finansal piyasalarda başlayan krizin reel sektöre de sıçramasıyla etki alanını iyice genişletmesi ve hükümetlerin oluşan bu durumda piyasaları tekrar canlandırmak ve batmakta olan mali kuruluşları kurtarmak adına milyarlarca doları bulan mali paketleri önlem adına uygulamaya koymasıyla oluşan devasa bütçe açıklarını, daha duru bir ifadeyle kriz sonrası oluşan faturayı emekçilere kesmesi, onların birçok sosyal hak ve güvencesini gaspetmesi 2010 yılının kitle eylemleri bakımından hareketli geçmesine neden oldu.

Bu doğrultuda 2010 yılında Türkiye ve Dünya’da yaşanan gelişmeleri, emek dünyasında ön plana çıkan başlıklar halinde tekrar hatırlayalım…

TEKEL DİRENİŞİ

alt

Özelleştirilen Tekel işletmelerinde çalışan işçilerin, başka kamu kuruluşlarına “4-C” statüsüyle yerleştirilmek istenmesine karşı kendi özlük haklarının korunmasını savunan ve bu yeni kölelik şartlarını kabul etmeyen Türkiye’nin dört bir yanından Türk-İş'e bağlı Tekgıda-İş Sendikası'na kayıtlı Tekel işçileri, 15 Aralık 2009 tarihinden başlayarak 2 Mart 2010 tarihine kadar süren toplu iş bırakma eylemini gerçekleştirerek, 1980 sonrasındaki en büyük işçi eylemini gerçekleştirmişlerdir.

İktidarın her türlü demagojik karalamalarına ve polisin orantısız şiddetine karşın kararlı direnişlerini 78 gün boyunca Ankara’da Türk-İş Genel Merkezi önüne kurdukları çadırlarda sürdüren Tekel İşçilerine, bu süre zarfında çeşitli siyasi partilerden, Sivil Toplum Kuruluşları’ndan, sendikalardan yoğun destek geldi. Türkiye’nin birçok yerinde de Tekel işçilerine destek ve dayanışma amacıyla gösteriler düzenlenerek onların haklı mücadelelerinde yanlarında olunduklarının mesajı verildi.

Danıştay’ın Tekel işçileri lehine verdiği ‘yürütmeyi durdurma’ kararının ardından 2 Mart 2010 tarihinde eylemlerini sona erdiren işçiler, 1 Nisan tarihinde tekrar toplanarak harekete geçti ve Ankara’da Güvenlik güçlerinin müdahalesine maruz kaldılar. Ertesi gün yine toplanan işçiler Türk-iş önünde basın açıklaması yapma kararı aldı. Ancak polis TEKEL işçilerini ve sendika yöneticilerini kendi sendikaları önüne almadı. Kısmen sokağın bir yerine kadar sokulan işçiler burada basın açıklaması yaptı. Ancak polis yine müdahale ederek TEKEL işçilerini sokaktan cıkardı. Bunun üzerine İşçiler 26 Mayıs tarihindeki genel eyleme hazırlanmak üzere eylemlerini sona erdirdi.

2010 yılının ilk çeyreğinde, gündemi uzun bir süre meşgul eden, “Tekel İşçilerinin Direnişi” birçok yönden ele alınması gereken olguları içinde barındırıyor. Neo-Liberal ekonomi politikalarının bir şiarı olan “esnek istihdam biçiminin” en canlı örneklerinden biri olan Tekel İşçilerinin durumu, diğer çalışan kitleler içinde önem arz edici bir niteliktedir.

32 YIL SONRA TAKSİM, 1 MAYIS KUTLAMALARINA EV SAHİPLİĞİ YAPTI…

alt

1978 yılından sonra işçilere, emekçilere yasaklanan Taksim Meydanı 1 Mayıs 2010 tarihinde tekrar kutlamalara ev sahipliği yaptı. Yaklaşık olarak 200 bin kişinin katıldığı “1 Mayıs İşçi Bayramı” kutlamalarına, CHP, BDP, TKP, ÖDP, EMEP gibi partilerin yanı sıra KESK, DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi sendikalar ve birçok STK da kurumsal olarak katılarak büyük destek verdi.

Atatürk Kültür Merkezi önünde kurulan platformda Timur Selçuk eşliğinde ve birçok sanatçının da katılımıyla “1 Mayıs Marşı” coşkulu kalabalığında eşliğiyle seslendirilerek güzel bir resital ortaya sunuldu. Daha sonra platforma konuşma yapmak için gelen Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu, Tekel ve itfaiye işçileri tarafından yoğun bir şekilde protesto edilerek konuşma yapmasına izin verilmedi ve kürsüden ayrılarak AKM’ye sığınmak zorunda kaldı. Kumlu’dan sonra söz hakkı için kürsüye gelen KESK Genel Başkanı Sami Evren ise demokrasi yolunda hayatını feda edenlerin anısına selam yollayarak başladığı konuşmasını, amaç olarak önlerine koydukları talepleri sıralayarak bunları kazanmak için sonuna kadar mücadele edeceklerini vurgulayarak bitirdi. Daha sonra kürsüye gelen DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi de Taksim Meydanı’nın tekrar 1 Mayıs kutlamalarına açılmasının işçi sınıfının bir eseri olduğunu vurgulayarak, "Bize düşen, Türkiye’nin gerçek gündemi işsizliği, yoksulluğu, adaletsizliği, haksızlığı, yolsuzluğu, bürokratikleşmeyi siyasetin önüne koymak, bunların çözülmesi için güçlerimizi birleştirmektir. Şu iyi bilinmelidir ki demokratik, özgür, bağımsız, ayrımsız, sömürüsüz bir dünya ve Türkiye, bizim işçi sınıfının ellerinde yükselecektir. Yaşasın bir Mayıs, yaşasın işsi sınıfının birliği ve dayanışması" diyerek sözlerini tamamladı.

Yıllardan beri çeşitli sebeplerden ötürü 1 Mayıs kutlamalarına kapatılan Taksim Meydanı’nda 32 yıl aradan sonra yapılan kutlamalarda kayda değer bir olayın çıkmaması da ayrıca “ayakların baş olma” korkusunu yaşayanlara güzel bir ders verir niteliğindeydi.

KADER DEĞİL İHMALİ ADI : TÜRKİYE’DEKİ MADEN KAZALARI

alt

17 Mayıs 2010 tarihinde Zonguldak'ın Kilimli beldesindeki Türkiye Taşkömürü Kurumu'na ait Karadon Müessese Müdürlüğü'nün kömür ocağında 30 işçinin ölümüyle sonuçlanan kaza bir kez daha sağlıksız ve güvencesiz koşullarda çalıştırılan maden işçilerinin durumunu gözler önüne getirdi.

TMMOB tarafından açıklanan verilere göre 2010 yılında 89 kişi maden kazalarında hayatını kaybetti. Birçok işçinin ölümüne ve sakatlanmasına yol açan bu kazaların büyük bir çoğunluğu göçük, banta kapılma, dinamit patlatılması, kaya düşmesi, metan patlaması, ezilme, düşme, blok düşmesi, elektrik panosu patlaması, gaz zehirlenmesi, elektrik arızası, vagon devrilmesi, ayakta malzeme sıkışması, payton devrilmesi, halat kopması, tavan çökmesi, yangın sonrası göçük gibi nedenlerden oluşuyor.
Yaşanan bu kazalar, Hükümet tarafından her ne kadar “kader” olarak adlandırılsa da işçilerin, özelleştirme ve taşeronlaştırma sistemine dayalı istihdam biçiminin yarattığı sağlıksız koşullarda, her türlü sosyal güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırılmasından dolayı meydana gelmektedir. Türkiye’nin iş kazalarında yaşamını yitiren maden işçisi oranında dünya üçüncüsü, Avrupa birincisi olması tabloyu daha net bir şekilde görmemizi sağlıyor…

AVRUPA’DA YAŞANAN GELİŞMELER…

alt

Avrupa için 2010 yılı, önemli gelişmelere tanık olunan bir yıl olarak zihinlerimize kazındı. Yunanistan’da kriz sonrası oluşan tablodan sıyrılmak için hükümetin IMF ile anlaşma yapması ve bunun sonucu olarak da tasarrufa gidilerek sert önlemlerin alınmasıyla faturanın alt gelir grubuna dahil olan kitlelere çıkartılması uzun bir süredir devam eden büyük sokak hareketlerinin ve hak arama eylemlerinin çıkmasına neden oldu. IMF ve AB’nin, 110 Milyar avroluk kredi desteğini sağlama koşulu ile Yunanistan hükümetine dayattığı bir takım taahhütler, hükümet tarafından sert kemer sıkma politikalarının uygulanması sonucunu getirdi. Uygulanan bu politikalar başkent Atina başta olmak üzere birçok kentte sendikalar ve çeşitli siyasi partiler öncülüğünde genel grevler de dahil olmak üzere çeşitli yollarla protesto edilerek, kesintilerin ücret sistemiyle çalışan kesimler üzerinde yarattığı tahribat gözler önüne serildi.

Fransa’da da Sarkozy hükümetinin emeklilik yaşını 60’dan 62’ye, emeklilik maaşı alınabilecek yaşı da 65’ten 67’ye çıkarma planları, Fransız halkını sokağa döktü. Ülkenin birçok kentinde yüz binlerce kişi, uygulanması düşünülen emeklilik reformuna karşı meydanlarda sahne alarak son yılların en büyük gösterilerini gerçekleştirdiler. Bu gösterilere çeşitli işkollarından çalışanlarla, üniversite ve lise öğrencileri başta olmak üzere çeşitli siyasi parti ve STK’lardan birçok aktivist de katılarak destek verdi ve eylemlere katılan kitlenin genişliği ve gençlerin bu eylemlerde ön safta yer edinerek bir dinamizm katması zihinlerde, “acaba 68 kuşağı geri mi dönüyor?” sorusuna neden oldu. Birçok genel greve de ev sahipliği yapan Fransa’da 2010 yılı, epey hareketli bir yıl oldu.

İngiltere’de de iktidardaki Muhafazakâr Parti’nin hazırlamış olduğu, 2.Dünya Savaşından bu yana ki en büyük kemer sıkma paketinin ardından, toplumsal muhalefet uzun bir sessizlik döneminin ardından tekrar hareketlenerek meydanlara döküldü. Yarım milyon kişinin işsiz kalacağı ve kamusal harcamaların kısılarak çalışanların birçok sosyal hak ve güvencesinin gasp edileceği bu paketin ilk yansıması olarak üniversite harçlarına yapılan yüzde 300’lük zamlar sonrası, başkent Londra’da yaklaşık 50 bin öğrencinin katıldığı gösterilerde, öğrencilerle güvenlik güçleri arasında yer yer gerginlik dolu anlar yaşandı. Manchester’da toplanan İngiltere Sendikalar Konfederasyonu'da (Trades Union Congress -TUC) hükümetin kesintilere devam etmesi durumunda, "ortaklaşa yerel ve ulusal eylem ve grevlerin desteklenmesi ve koordine edilmesi” yönünde kararını aldıklarını bildirdiler.

Avrupa’nın diğer birçok ülkesinde de 2010 yılı epey hareketli geçerek, hükümetlerin krizin faturasını emekçilere kesmeye dönük politikaları sert bir şekilde protesto edildi. 2011 yılına da sıçrayacağı öngörülen bu eylemlerin birçok uzman tarafından kökten piyasacı bir akım olan Neo-Liberalizm’in sonunu getirebileceği ve daha insan odaklı bir üretim tarzının benimsenmemesi durumunda, Kapitalist sistemin artan içsel çelişkileri sonucunda yaşanan krizlerin, sistemin yapısal normları üzerinde kalıcı hasarlar bırakarak ömrünü tüketebileceği yorumları yapılıyor.

ÜNİVERSİTELER ÖZGÜRLÜK İSTİYOR !

alt

AKP hükümetinin arka bahçesi haline getirdiği YÖK ile birlikte, üniversiteler üzerinde kurduğu hegemonik baskı, muhalif öğrenci hareketlerinin direnişiyle kırılmaya çalışılıyor. Arka bahçesi haline getirdiği her kurumu gerici ve piyasacı bir anlayışla dizayn etmeye çalışan iktidarın bu otoriter tutumuna karşı ,“eşit, parasız, bilimsel, demokratik eğitim istiyoruz” sloganıyla hareket eden üniversite öğrencileri, üniversiteyi bir ticarethane öğrenciyi ise müşteri olarak gören zihniyete karşı eylemlerini son sürat devam ettiriyor.

Özellikle 2010 yılının son çeyreğinde artan öğrenci eylemlerine, Öğrenci Kolektifleri’nin “yumurtalı” eylemleri damga vurdu. 8 Aralık 2010 tarihinde Ankara Üniversitesi SBF’de düzenlenen “Türkiye’de Anayasa” konulu konferansa çağrılan Burhan Kuzu’nun yumurta yağmuruna tutulması gündemde fazlasıyla yer edindi. Bu tarihten daha önce, Dolmabahçe’de rektörlerle buluşan Erdoğan’ı protesto eden Genç-Sen’li bir gruba, emniyet güçlerinin sert bir şekilde karşılık vermesi ve 19 yaşındaki bir genç kadının bebeğini düşürmesi ise 2010 yılı içerisinde hatırlatmak istediğimiz olaylardan birisidir.

Üniversite öğrencilerinin yumurtalı eylemlerini şiddet yanlısı bir eylem olarak göstermeye çalışan yandaş medyanın ve iktidar mensuplarının, polisin öğrencilere ve eylemcilere yönelik orantısız güç kullandığı ve genç bir kadının gördüğü bu şiddetten dolayı bebeğini kaybetmesi karşısında pişkin bir tavır sergilemeleri ve polisin uygulamış olduğu bu şiddete meşruluk kazandırmaya çalışmaları ise onların “demokrasi ve insan hakları” anlayışlarını net bir şekilde bizlere gösteriyor.

İbrahim Utku NAR

KAYNAK : SOSYAL DEMOKRAT Aylık Siyasi Dergi'nin 1 no.lu Ocak 2011 sayısından alıntılanmıştır