Bu Blogda Ara

28 Ocak 2012 Cumartesi

KAPİTALİZMİN GELİŞİMİ VE ORJİNALİTEMİZ

19.Y.Y.’ın ortalarından itibaren üretim ve sermayede görülen yoğunlaşmanın maksimum düzeye varması, Banka sermayesinin Sınai sermaye ile kaynaşarak Mali Oligarşiyi oluşturması vb. koşullar dahilinde yapısal değişikliğe uğrayarak “Serbest Rekabetçi” konumundan “Tekelci” (Monopolcü) bir yapıya evrilerek Emperyalizm aşamasına geçen “Kapitalizm”, yörüngesi dahilinde olan ülkelerde de büyük değişikliklere yol açtı.

Bugün ki anlamıyla “Merkez Ülkeler” olarak adlandırılan, sanayi kapitalizminin gelişkin olduğu Emperyalist metropoller, yalnız kendi anayurtlarındaki halkı sömürmekle yetinmezler. Kendi halkını sömürürken, onlarda oluşan hoşnutsuzluğu ve isyanı amorti edecek kertede yüksek hayat standardını sağlamak için yeryüzünde diş geçirebildiği ülke ve bölgeleri “sömürge” ve “yarı-sömürge” yahut “nüfuz alanı” haline sokarlar. Bu durum Kapitalist devletler arasında bölgesel yahut evrensel savaşlara ve ekonomik-politik krizlere yol açar...

Yüzlerce yıldır pençelerini geçirdikleri sömürgelerinden, Türkiye gibi yarı-sömürge biçiminde yörüngesine soktukları daha geri ülkelerin vahşi kapitalizm koşullarında alt sınıf ve toplumsal katmanların insafsızca sömürülmesinden elde ettiği artı değerle vb. birçok politik ve ekonomik etkenlerle EVRENSEL PAZAR oluşturup çığ gibi “Sermaye birikimi” sağlarlar.


Böylece sınırsız mal ile sermaye ihracına dayalı zenginlik birikim modeliyle Dünya üzerindeki hâkimiyetini oluşturan bu “Merkez Ülkelerde” (Emperyalist metropollerde) yaşanan niteliksel ve niceliksel gelişmeler, mevcut sistemin yapısal normları üzerinde de büyük değişim ve dönüşümlere yol açmıştır.

*******************

Daha eskiye gidip tarihi gelişmelere bir göz atarsak mesele daha iyi aydınlanır. Sanayi devrimi ve Fransız devrimi ile birlikte, Dünya’nın yörüngesinde meydana gelen kökten değişimin büyük etkileri, ilkin özellikle Batı Avrupa’da yoğun bir şekilde hissedildi.

Kapitalizmin beşiği İngiltere’dir ve bu yüzden Kapitalizmin yörüngesine giren ilk ülkeler de, ona en yakın olan Avrupa ülkeleri olmuştur.

Kapitalizm, toplum biçimi ve ekonomik-politik düzen olarak ilk defa İngiltere gibi Derebeyliğin henüz iyice taşlaşmadığı, sapa bir adada, İlkel Komuna gelenekleri en diri kalmış bir toplumda biçimlenmeye başladı. Oradan Avrupa’nın kıta ülkelerine sıçrayıp dünyaya yayıldı. (“Kapitalizmin” kılcal damarlarına dek “ciğerini okuyan” anıt eserlerden, Engels ustanın “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı eserini ve Marks ustanın da büyük eseri “Kapital”i orada yazmış olmaları “tesadüf” değildir. )

Kapitalizmin bir DÜZEN ve TOPLUM biçimi olarak doğup şekillenmesinin EKONOMİK temeli ve gelişimi şu olaya dayanır:

Ekonomik, sosyal, Tarihcil olarak İlkel Komuna geleneklerinin en diri olduğu; en elverişli unsurların ve şartların bulunduğu İngiliz Adalarında, ilk defa “GENİŞ YENİDEN-ÜRETİM” (Marks) biçimi ortaya çıktı ve gitgide gelişerek, çağlar boyunca sürüp gelen “BASİT YENİDEN-ÜRETİM” (Marks) biçiminin yerini aldı.

O güne dek bütün Kapitalizm-öncesi toplumlar dünyasında: yalnız “günlük ihtiyaç” ölçüsünde, sırf “Tüketmek amacıyla” yapılan “Basit Yeniden Üretim Biçimi” egemendi. Eski Derebeyi Bezirgân ekonomisinde de, Kapitalizme gelinceye dek böyle sırf günlük ihtiyacı karşılayacak kadar, yalnız “Tüketim” amacıyla yapılan “Basit Yeniden Üretim biçimi” egemendi. Kapitalizmle birlikte: “küçük, dar, basit” karakterli Antika Üretim yordamıyla taban tabana zıt, tüketicilerin “günlük ihtiyaç ölçüsünün” gözetilmediği; gerektiğinden ve tüketilenden çok fazla; tüketmek değil kazanç elde etmek ve rekabete direnmek amacıyla; sırf satılıp alınacak Metalar (Mallar) üretimi yapmak anlamına gelen “Geniş Yeniden Üretim Biçimi” egemen oldu.

Kapitalizmin DÜZEN ve TOPLUM biçimi olarak POLİTİK temeli ve gelişimi de, “Yeniden Üretim Biçimi”nde gerçekleşen bu karakter değişiminden kaynaklanır.

Toplumun ekonomik temelinde Antika Basit Yeniden Üretim biçiminin yerini alan Modern Geniş Yeniden Üretim yordamı geliştikçe, toplumdaki eski sınıflar ve tabakalar içindeki insanlardan kimilerini geniş yeniden üretim yapan ve SERMAYE biriktiren işyeri sahibi BURJUVALAR; kimilerini de o işyerlerinde İŞGÜCÜNÜ satarak geçinen İŞÇİLER haline dönüştürüyor. Geniş Yeniden Üretim biçimi giderek bir yandan yaygınlaşırken, bir yandan da kendi karakterine uygun olarak gerçekleşen organik işbölümü ve emek birliği sayesinde sosyalleşiyor. İşte Kapitalizm, eski toplumun bağrında giderek yayılıp gelişen Geniş Yeniden Üretim biçiminin yarattığı bu yeni SOSYAL SINIFLAR ve yeni (Ekonomik-Sosyal-Politik-Kültürel) alt ve üst yapı ilişkileri üzerinde gelişiyor.

İngiliz Kapitalist Sınıfı, zincirleme birbirine bağlı olarak bütün bu gelişmelerle ortaya çıkan yüzlerce yıllık birikim üzerinde, ancak 1600’lerde kendi Burjuva karakterli Sosyal Devrimini bilince çıkaracak ve yapacak güce ulaşıyor. O zamana kadar iktidarda olan Dünya ve Din Derebeylerinin ayakta tuttuğu Krallık saltanatına son verip kendi Sınıf egemenliğini kuruyor. Fransız İşveren Sınıfı bile onu epeyi geriden izlemiştir. Batıda Kapitalizmin gelişimi ile ilgili olarak aşağıda andığımız bütün gelişmeler bu “ana temel” üzerinde gerçekleşmiştir.

*****************

İngiltere’de başlayan sanayileşme hamlelerinin kök salması, Kapitalist Sınıfın yaptığı kendi Burjuva Devrimi sayesinde ulusal ekonomisini ve ulusal pazarını oluşturarak güçlü bir ticaret ve sanayi ülkesi haline gelmesi “Kapitalizm’in” oluşumunun yapıtaşlarındandır. Önce Avrupa kıtasına sıçrayan bu sürecin, daha sonra bütün dünyada yaygınlaşarak genişlemesiyle birlikte Kapitalizm yerküredeki yeni ve egemen üretim tarzı olmuştur.


En başta İngiltere (Klâsik Ekonomi-politik), Fransa (Klâsik İhtilal doktrini) ve Almanya (Klâsik Alman Felsefesi) gelmek üzere bilim, felsefe, politika, sanat vb. alanlarda burjuvazinin zihin yapısında gelişen akımlar dahilinde ortaya çıkan ‘Modernizm’ (Kapitalist ilişkilerin maddi ve manevi yansımaları), üstyapı kurumlarında önemli değişikliklere yol açarak, toplumsal ve siyasal alan başta olmak üzere evrensel çapta yeni bir hukuki ve siyasi organizasyon yapısının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Toplum temelinde gelişen Kapitalist Geniş Yeniden Üretim yordamı ve mülkiyet ilişkileri, üst yapı kurumlarını da yaratıyor...

Tıpkı Osmanlı toplumunda olduğu gibi Doğu ülkelerinde Kapitalizme geçiş imkan ve şartlarını boğan Antika tarihin egemen güdücü sınıfları Tefeci-Bezirgân Sermaye, kökleri henüz Doğu’daki kadar derinlere inememiş bulunduğu için Kapitalizmin normal gelişimine elverişli bulunan Batı Avrupa’da, bu yeni süreçte gücünü kaybederek, yeni üretim ilişkileri ölçeğinde, egemen konumlarını Sanayi Sermayesi ve Mali Sermayeye devretmek zorunda kalmışlardır. Batı’da Rant ile geçinen Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfı ise çarçabuk yeni Kapitalist üretim ilişkilerinin kalıbına girerek İngiliz Lortları gibi burjuvalaşmışlardır.

19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Sanayi ve ticaret Burjuvazisinin gölgesinde kalan Mali sermaye, Finansal sermayenin gelişmesi ve genişlemesiyle birlikte egemen bir konuma yükselmiştir.

“Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından (dolayı): para-sermayeyi, sınaî ya da üretken sermayeden; yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden "güçlü" birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar.” (1) Lenin-Emperyalizm

Bu süreçle birlikte sistemin ana ekseni “Mal İhracı”ndan, “Sermaye İhracı”na doğru kaymıştır: “SERBEST rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği META ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, SERMAYE ihracıdır.” (1)

Kıvılcımlı konuyu daha da açarak Emperyalizm çağında Meta ihracının yerini Sermaye ihracının almasını 2 temel nedene bağlıyordu;

- İç pazarın daralması,

- Memleketler arasında yapılan gümrük savaşımları. (2)

Teknolojinin gelişmesiyle üretim sürecinde kullanılan tekniğin gelişmesi ve üretimde rasyonalizasyonun artması, işgücü verimini arttırdığı ölçüde aynı zamanda işçinin bu verimden aldığı payı azaltıyordu. Azalan ücretlerin alım gücünü düşürmesi, piyasaya sunulan metaların talebini olumsuz bir şekilde etkilemekteydi. Tekel fiyatlarının artması ve Paranın züyuflaştırılması da (enflasyon) iç pazarı önemli ölçüde daraltan etkenlerdendi.

“İç pazarın daralması bahsinde gördüklerimizle birlikte, bizzat tekelci kapitalin, gerek üretim, gerekse tüketimde yaptığı olumsuz etkilerdir. Kapital tekelleştikçe, şehirde ve köyde çalışkan yığınların yoksulluğu artar. Tüketicilerin yoksulluğu, metaların sürümünü azaltır. Kapital tekelleşip büyüdükçe, endüstri ile ziraat üretimleri arasındaki gelişim eşitsizliği çoğalır. Endüstrinin her gün biraz daha artan ilk madde ihtiyacı, dengesiz kapitalist ekonomisinin ziraatı tarafından gittikçe kapatılamaz olur. O zaman kapital, yeni sürüm ve ilk madde kaynaklarına doğru adetâ itilmeğe başlar.”(2)Bu kapitalist ülkelerin anayurtları dışında bir sermaye birikimi edinmesine( Finansal ve Ticari pazarını genişletmesine) ve zirai ve sinai sanayileri için gerekli olan hammadde kaynaklarına daha ucuz bir yoldan erişmesine neden olmuştur.Aynı zamanda “emek-yoğun” üretimin maliyetinin, geri kalmış ülkelerde daha az maliyetli oluşu da üretim-dağıtım tesislerini bu ülkelere doğru kaydırmıştır.

Geri kalmış ülkelerin hakim sınıfları içinse, Kapitalist metropollerden gelen bu sermaye arzı, bulunmaz bir hint kumaşı olmuştur. Ekonomik ve sosyal kalkınmasını gerçekleştiremeyen yani Modern Kapitalist Üretim Tarzına bir türlü geçemeyen ve Pazar ekonomisine dahil olamayan ülkelerin, Batı’dan gelen “Kapital” ile kalkınma hulyaları ve asalak yapılı Burjuvazilerinin acenteliğe soyunarak kapılarını açması, Tekelci Kapitalizm için bir yaşam alanı oluşturmuştur.“Geri memleketlerin gittikçe uyanarak kapitalistleşmeye özenmeleri ve her gün genişleyen büyük demir yolları gibi inşaat, anavatandan itilip çekilen kapitalin, dışarılara doğru akın etmesini icabettirir: “Paranın kokusu yoktur.” Bütün metalardan daha kolaylıkla gümrükleri aşan biricik meta, para (kapital) dır.”(2)


********************

Kapitalist sistemde yaşanan bu gelişmelerin Osmanlı Devletine izdüşümü pek parlak olmamıştır.

Uzun bir tarihsel sürecin ardından Avrupa’nın kendine özgü dinamiklerinin ve birçok nesnel-öznel etkenin sonucunda: sanayileşmeye paralel olarak Kapitalizm’in, modernleşmeye paralel olarak Milli-Devlet ve/veya Modern (Çağcıl) Devlet yapısının ortaya çıkması, geri bir üretim tarzına ve yönetim şeklinde sahip olan Osmanlı Devleti’ni yoğun bir şekilde etkilemiştir.

Savaşlarda kaybedilen topraklar, ticari ve mali yönden dışa bağımlılık ve yarı-sömürge konumuna gelinmesi ve diğer birçok nedenin yarattığı olumsuz tablodan sıyrılmak isteyen Osmanlı Devlet erkini yönetenler, Batı ile aradaki mesafeyi kapatmak için düşündükleri ekonomik, siyasi, hukuki bir takım reformları içeren Tanzimat Fermanını 1839 yılında Gülhane Parkında okuyarak ilk adımı atmıştır.. Bu adımı daha sonra Islahat Fermanı gibi çalışmalar izlemiştir. Genel hattı itibariyle kabaca Batı Taklitçiliği’nin ilk adımı olarak nitelendirebileceğimiz bu reform çalışmaları sonuç olarak Osmanlı’yı daha da içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştur.

Avrupalı Devletlerle imzalanan "Kapitülasyon" şartları içeren antlaşmalar gereği siyasi ve ekonomik birçok imtiyaz elde eden ve Batı Finans Kapitali’nin yerli birer şubesi olarak faaliyet gösteren gayri-müslim (Rum, Ermeni, Levanten) kesimin, Galata Bankerlerinin (Yerli Sermaye) oluşturduğu Asalak bir yapıya sahip olan Komprador Burjuvazi ve Antika çağlardan kalma olan Tefeci-Bezirgân sermaye, Osmanlı’nın son döneminde hâkim olan unsurlardır...

“….Batı finans kapitalinin amacı Türkiye'de modern sanayi kurdurtmaksızın, kendisine acentelik edecek bir müttefik kapitalist sınıfını uşaklaştırmaktır.”(3)

Modern üretim tarzına geçemeyen yani modern sanayisini kurup, modern sosyal sınıfların oluştuğu ve ona mukabil üstyapısal değişikliklerin gerçekleştiği Burjuva Devrimi’ni bir türlü gerçekleştiremeyen Osmanlı’nın çöküş sürecinin hızlanması ve yarı-sömürge durumuna düşmesinin birçok içsel ve dışsal nedeni vardır.

Tarihimizin en büyük sosyal gerçeklerinden birisi olan “İnsan-Tarihi Üretici Güçlerinin” konumu bu nokta da önemlidir.

Anadolu’ya ilk gelen Gazi, İlb, Horasan Erenlerinin taşıdıkları “göçebe demokrasisine” ait gelenek-görenekler ve kandaş örgüt yapısının dirlikçi-eşitlikçi muhtevası, günümüze kadar gelen tarihsel momentlerde belirleyici bir etken olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin kamu mülkiyetine dayalı dirlikçi düzeninin zamanla derebeyileşmesi ve Tefeci-Bezirgân sermayenin ekonomik ve sosyal ilişkilerin soysuzlaşması karşısında ilk isyan bayrağını, ilkel komuna gelenek-görenekli Kolektif Aksiyon Güçleri (İnsan-Tarihi Üretici Güçleri) çekmiştir.

Osmanlı’nın orijinalitesinde var olan “Devlet Sınıfları” geleneğimizin İlmiye-Seyfiye kesimi, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki yenileşme hareketlerinde önemli rol oynamıştır. Genç Osman, 3.Selim, 2.Mahmut zamanında, Tanzimat ve Islahat fermanlarında, 1908 Devriminde gerçekleşen reform ve yenileşme çabaları, yukarıda bahsettiğim kolektif aksiyon güçlerinin “aydın eylemciliğinin” bir ürünüdür. 1923 Devrimini yaratan dinamizmin kökeninde de bu güçler yatmaktadır.

Kapitalizm ile birlikte modern sınıfların ortaya çıkışı, üretim ilişkilerinde köklü değişikliklerin gerçekleşmesi ve tüm bunlara mukabil yepyeni bir toplumsal formasyonun evrensel çapta geçerlilik kazanmasıyla birlikte “Sosyal Devrimler” çağı başlamıştır.

Bizim orijinalitemizde de Tarihsel Devrimciler, değişimlerin vurucu gücü olmuştur. Fakat kendileri modern anlamda bir Sosyal Sınıf olmadıkları için, Sosyal Devrimler çağında kendi başlarına rol oynayabilecek bir Modern Sosyal Sınıf pusulasına sahip olmayan bu güçler, egemen sınıfların tuzaklarına kapılarak onların değirmenine su taşımak zorunda kalmışlardır.

1908 2.Meşruiyet devrimi, “Jöntürk” gelenek-görenekli 1.Kuvai Milliyeciliğimizin önderliğinde gerçekleştirilen Cumhuriyet Devrimimizin, kısa zamanda çözülerek Batı gericiliği (Finans-Kapital) ve Doğu gericiliğinin (Tefeci-Bezirgân Sermaye) esiri olması bu yüzdendir.

KAYNAKLAR :

(1) Lenin: Emperyalizm

(2) Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Emperyalizm-Geberen Kapitalizm

(3) Dr. Hikmet Kıvılcımlı : Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi

PARA - 'MEŞİN YUVARLAK' - PARA: Şike operasyonunun arka planında yatanlar… -İbrahim Utku Nar

“70’lerin ortasından başlayarak günümüze kadar varlığını sürdürmekte olan, her şeyin daha fazla piyasa egemenliği altında metalaştırılarak pazarlandığı, kapitalist sistemin yeni sermaye biriktirme tarzı olan neoliberalist anlayışın, Dünyada en çok takip ve talep edilen bir spor dalı olan futboldan uzak durmasını bekleyemezdik. Forma satışları, kombine gelirleri, lisanslı ürün satışları, reklam gelirleri, astronomik rakamlara tekabül eden transfer sözleşmeleri vb gibi şeylerle futbol, daha doğrusu yoğun bir ‘meta arzı’ güdümünde taleple birleşen, endüstriyelleşen futbol, büyük bir sektörel büyüme göstererek kendisine evrensel çapta pazar alanı yaratmıştır. Bütün bunlar, insanların ‘sosyal’ ve ‘fiziki’ gelişiminde büyük bir pay sahibi olan sporun her dalında baş gösteren olaylar olsa da genel olarak en çok talep ve ilgi gören ‘futbol’ üzerinde yoğunlaşmıştır.”[1]

Milyonlarca Dolar’ın, Euro’nun döndüğü, büyük bir rant aracı haline gelen futbol sektöründe, pastadan en büyük payı alma yarışı, o, amatör ruhla bütünleşen sportmenliğin çoktan önüne geçmiştir. Özellikle son zamanlarda sıkça tanık olduğumuz üzere; petrol zengini Arapların, Rus milyarderlerin, bu sektörün içine girerek, Avrupa’nın önde gelen liglerindeki takımların, çoğunluk hisselerini satın alması, bununla birlikte, sportif rekabet kavramının çok ötesinde piyasaya rekabetine dayalı yeni bir düzlem yaratmış olmaları, genel olarak; sporun özüne aykırı bir şekilde, ‘küresel sermayenin’ en önemli “metalarından” biri haline gelen meşin yuvarlağın üzerindeki alın terini iyice değersizleştirirken, bu alın teri üzerinden “artı-değer” sömürüsünün had safhaya ulaşmasına vesile olmuşlardır.

Bunun en son örneğini; Rusya’nın Dağıstan bölgesinin takımı olan ve sahipliğini petrol zengini Süleyman Kadirov’un yaptığı FC Anzhi Makhachkala’nın yaptığı transferlerde görmekteyiz.

Inter’de forma giyen dünyaca ünlü Kamerunlu golcü Samuel Eto’o’yu 30 milyon Euro’ya renklerine bağlayan Rus ekibi, ayrıca yıldız futbolcuya, primlerle birlikte yıllık 20 milyon Euro ödeyecek ve takımdaki bir diğer yıldız futbolcu Roberto Carlos gibi, Eto’o da, Makhachkala bölgesine 2000 km uzaklığındaki Moskova’da ikamet edecek ve sadece maç günleri takımın bulunduğu kente gidecek. Yine benzer şekilde, Arap sermayesinin devraldığı Fransa’nın en önemli takımlarından birisi olan Paris Saint Germain’de, bu transfer döneminde yaptığı, kulüp bütçesinin çok üzerinde rakamlara tekabül eden transferlerle, adından sıkça söz ettirerek, endüstriyel futbol piyasasında, piyasa değerini yükselten takımlar arasına girdi. Tüm bu örneklerin dışında, Sporting Gijon forması giyen İspanyol futbolcu Poyes’in, futbol dünyasındaki paraya dayalı düzenden bıktığını söyleyerek, henüz 24 yaşında futbolu bırakma kararı alması da, endüstriyel futbolun, pazar payının genişleyerek, sömürü çarkını keskinleştirmesine karşı sembolik bir tepki olarak, işin diğer boyutunu gözler önüne sermesi açısından büyük önem taşıyor.

* * *


Ülkemize dönersek; “şike operasyonu” kapsamında özel yetkili savcılar tarafından başlatılan soruşturma her geçen gün yeni gözaltı ve tutuklamalarla daha da genişleyerek devam ederken, yaşanılanların arka planında yatanları, taraftarlık duygusunun dışında objektif bir şekilde analiz etmek gerekmektedir.

Aziz Yıldırım başta olmak üzere Fenerbahçe camiasının önde gelen isimleri ve diğer birçok futbol adamının, mevcut haliyle devam eden "şike operasyonu" dahilinde tutuklanması sonucu, gittikçe önem kazanan operasyon için, futbolumuzun “temiz eller operasyonu” demek şu an için saf bir iyimserlik olur.

Geniş bir pazar alanı olan futbol sektörünün, endüstriyel bir boyutta önemli bir ticari alan haline gelmesi, bu oyunu zaten fazlasıyla kirletmiş durumdayken, şike olgusunu zaten bunun dışında ele alamayız. Şike olgusu, endüstriyel futbol için adeta bir amentü haline gelmiştir. Bugün soruşturmaya dahil olan isimlerin ve de sportif kurumların temizliliği şüphe uyandırsa da, zamanlaması gereği yapılan bu operasyonun niteliği de epey şüphe uyandırmaktadır.

Yargıdan, yürütmeye; ordudan, yasamaya, devletin birçok aygıtının, mevcut siyasi iktidar tarafından “yeni rejime” göre re-organize edilerek biçimlendirilmesinin, “sivil” alana yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu operasyonun niteliği apaçık ortadadır. Yeni Rejim, büyük bir rantın döndüğü futbol sektöründe de, çıkar çatışması içinde olduğu bütün kurumları, sözde “hukuk” adı altında bütün hukuksuzluğu kullanarak tasfiye etmeyi amaçlamaktadır.“I. Cumhuriyet sonlanırken, onunla birlikte, Osmanlı-Türk modernleşmesinin kurumları olan FB, BJK, GS gibi kulüplerde de modernleşmeci kültür tasfiye edilmektedir. Bu operasyonun “temiz spor” ya da “temiz futbol” ilkesi ile gerçek bir ilgisi yoktur. Çünkü üç büyükler diye bilinen FB, GS ve BJK yönetimlerinin ele geçirilmesi söz konusu kulüplerin olağan kongrelerinde denenmiş, ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Durum böyle olunca, tıpkı Ergenekon operasyonlarında yapıldığı gibi Cemaatin adliye-polis örgütlenmesi harekete geçirilmiştir. Şike soruşturması denilen hadise bundan ibarettir.”[2]

Yeni seçilen futbol federasyonunun da, Türkiye futbolunun kaderini belirleyecek olan bir konuda, tabir-i caizse topu taca atarak, iddianameyi bekleme kararı alması, işi çıkmaza sürükleyen bir başka noktadır. Ergenekon, KCK, Devrimci Karargah gibi hukuk skandallarının yaşandığı davaları gözümüze getirirsek; taslakları bile yüzlerce sayfayı bulan iddianamelerin hazırlanması noktasında, geçen sürenin uzunluğu ve de hala yargılamaların başlamamış olması gerçeği karşısında, mevcut operasyonun da kısa sürede bir sonuca bağlanacağını söylememiz çok zor. Bu ve de diğer operasyonlarla amaçlananların, “sivilleşme-demokratikleşme”,”temiz futbol” gibi argümanlarla bağdaştırılamayacağı bir ortamda, davanın salahiyeti, “Yeni Rejimin” istekleri doğrultusunda ilerleyeceği için, zaten tüm olup bitenlerden Türkiye futbolu adına olumlu bir şey beklememiz safdillik olur.


Dipnotlar:
[1] Yeşil Sahaların Asi Çocukları – İbrahim Utku Nar – Ortak Yaşam Portalı
[2] Şike soruşturması bir AKP-Cemaat operasyonudur!- Merdan Yanardağ, Sol Haber Portalı

YEŞİL SAHALARIN ASİ ÇOCUKLARI

Futbolun sadece futbol olmadığı ondan çok daha öte bir şey olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tüm dünya da evrensel bir nitelik taşıyarak sınıf, zümre fark etmeksizin herkes için aynı heyecanı yaşatan, aynı slogan altında buluşturan ve yeri geldiğinde hüznü, öfkeyi de birlikte tattıran ender şeylerden biridir futbol. Tabi üst gelir grubuna dahil olanların ellerinde purolarıyla localar da, VİP-Protokol tribünlerinde, orta gelir grubuna dahil olanların maraton tribünlerin de, alt gelir grubundakilerin çoğunlukla kale arkalarında veya kahvehane vb.. gibi yerlerde bu heyecana yine sınıfsal bir konumlanışa göre dahil olduklarını belirtmekte fayda var. Sonuç olarak başta da belirttiğim gibi meşin yuvarlak tüm dünya da sınıflarüstü bir konum da yer edinerek herkesin ilgiyle takip ettiği bir spor dalı olarak hayatımızdaki gerçekliğini ve önemini korumaya devam ediyor.


70’lerin ortasından başlayarak günümüze kadar varlığını sürdürmekte olan, her şeyin daha fazla piyasa egemenliği altında metalaştırılarak pazarlandığı, Kapitalist sistemin yeni sermaye biriktirme tarzı olan Neo-Liberalist anlayışın, Dünya da en çok takip ve talep edilen bir spor dalı olan futboldan uzak durmasını bekleyemezdik. Forma satışları, kombine gelirleri, lisanslı ürün satışları, reklam gelirleri, astronomik rakamlara tekabül eden transfer sözleşmeleri vb.. gibi şeylerle Futbol, daha doğrusu yoğun bir ‘meta arzı’ güdümünde taleple birleşen, endüstriyelleşen futbol, büyük bir sektörel büyüme göstererek kendisine evrensel çapta pazar alanı yaratmıştır. Bütün bunlar, insanların ‘sosyal’ ve ‘fiziki’ gelişiminde büyük bir pay sahibi olan sporun her dalında baş gösteren olaylar olsa da genel olarak en çok talep ve ilgi gören ‘futbol’ üzerinde yoğunlaşmıştır.


Futbolun endüstriyel bir konuma sürüklenerek piyasalaştırılması, ticarileştirilmesinin dışında siyasi kimliklerini saklamayarak devrimci kişiliklerini her fırsatta dile getiren ve profesyonel branşta yer almalarına rağmen amatör ruhlarını kaybetmeden yeşil sahalar da mücadele vermiş ve hala aktif spor hayatına devam eden Breitner, Lucarelli, Maradona, Zanetti, Fowler son olarak Brezilya Sosyalist Partisi'nden aday olan Romario ve ülkemizden de spor emekçilerinin örgütlenebilmesi ve haklarını araması doğrultusunda kurmuş olduğu Spor-Sen sendikasıyla son zamanlarda isminden söz ettiren eski Galatasaraylı Metin Kurt, Deniz’lerin asılmaması için imza toplayıp kamuoyu oluşturmaya çalışan Türkiye futbolunun gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden olan ‘Taçsız Kral’ Metin Oktay, Bursaspor kadrosunda yer alan Ivan Ergic gibi futbolcular da damgalarını vurdukları yeşil sahaların dışında benimsedikleri dünya görüşleriyle iz bırakan isimler olarak hafızalarımızda yer edinmişlerdir. Bu futbolculardan özellikle Breitner, Lucarelli ve Maradona’ya ayrı bir parantez açmakta fayda var.


Afrolu Maocu...


Afro stili saç şekliyle, Mao portresi önündeki pozuyla 70’li ve 80’li yıllara damgasını vurmuş olan Alman futbolcu Paul Breitner, Almanya Ulusal Takımı, Real Madrid ve Bayern Münih formaları altında kazandığı başarılarla isminden sıkça söz ettirse de yeşil sahaların dışında da benimsediği ‘sosyalist’ dünya görüşüyle dikkatleri üzerine çeken bir isim olarak Dünya futbol tarihinde kalıcı bir yer edinmiştir. Kadroya alınmasına karşın 1978 yılında Arjantin’de düzenlenen Dünya Kupası’na katılmayı faşist yönetime dayandırarak ''yüzlerce insanın öldürüldüğü/işkence gördüğü bir stadyumda futbol oynayamam ben'' diyerek reddeden Breitner hakkında Kızıl Ordu Hareketi’ne (RAF) üye olduğu söylentisi çıkarılsa da bu konuda elimizde net bir bilgi yoktur.


Bir gol kralından da fazlası...


Livorno taraftarının gönlünde taht kurmuş bir isim olan İtalyan futbolcu Cristiano Lucarelli attığı gollerle klâsını ve kalitesini ispat etmiş ve o da Breitner gibi siyasi kimliğini gizlemeyerek kendisini “ben doğuştan komünistim” diyerek tanımlamıştır. Livorno’lu bir liman işçisinin oğlu olan Lucarelli’nin en büyük hayallerinden biri olan Livorno formasını giyebilmek ise ona 28 yaşında nasip olmuştur. Gol kralı olduğu sezonun ardından aldığı yüklü transfer teklifine rağmen “Bazı futbolcular yarım milyona bir Ferrari ya da güzel bir tekne alırlar. Ben o paraya sadece bir Livorno forması satın almak isterim. Tüm beklentim ve isteğim bu!” diyerek Livorno formasına olan aşkını en güzel şekilde ifade eden Lucarelli ile ilgili bir diğer ilginç anekdot da ; 21 yaş altı İtalya Ulusal Takımı’yla çıktığı bir maçta attığı gol sonrası formasının altına giydiği Che baskılı tşörtü gösterdiği için uyarı alıp uzun bir süre Ulusal Takıma çağrılmamasıdır. Otonom Tugaylar taraftar grubunun kuruluş yılı olan 1999 yılına atfen giydiği ‘99’ no’lu sırt numarasıyla gollerini atmaya devam eden Lucarelli, ismi şu an Fiorentina ile anılsa da her zaman Livorno taraftarının gönlünde en kıdemli yerde kalmaya devam edecektir…

Ezilen Halkların ‘10’ Numarası…


Taraflı tarafsız herkesin gönlünde taht kuran bir isim olan ve birçok otorite tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olarak gösterilen Diego Armando Maradona, çalkantılı geçen inişli çıkışlı hayatının dışında özellikle son dönemlerde sergilediği politik tavırlarıyla bizler için ayrı bir anlam taşıyan bir isim olarak dikkatleri çekmektedir. Fidel Castro ve H.Chavez’le olan yakın dostluğu, Amerikan karşıtı söylemleriyle ön plana geçen Maradona, Che Guevara’dan sonra Arjantin’in yetiştirmiş olduğu en büyük değerlerden biri olarak tarih sahnesindeki yerini şimdiden almıştır.

İBRAHİM UTKU NAR

Cumhuriyet devrimi ve ileri demokrasinin “teröristleri”(!) üzerine…

Cumhuriyet kavramını kuramsal olarak ele aldığımızda niteliksel olarak, mevcut dönemin nesnel şartlarının özgüllüğü doğrultusunda, toplumsal devinimin veya devrim aşamasına gelen bir sürecin "ilerici mi" yoksa "gerici mi" olduğunu daha rasyonel bir şekilde tahlil edebiliriz. Anadolu topraklarında gerçekleşen ‘Cumhuriyet Devrimi’ni de bu metod dahilinde ele almak zorundayız.

Muhafazakar modernleşme projesi dahilinde, küresel sermayenin bölgesel stratejileri ve planları doğrultusunda yeni bir iktidarı bloku olarak yeşeren “dinci-liberal ittifakın” somut hali konumunda olan AKP-Cemaat bileşiminin; mevcut rejimi, Ortadoğu’da, emperyalizm tarafından oluşturulan yeni konjonktüre göre radikal bir şekilde biçimlendirdiği bir zaman diliminde, 1923 paradigmasının konumu önemli bir yerde duruyor.

Cumhuriyet Devrimini daha iyi bir şekilde analiz edebilmek için, Osmanlı'nın son dönemlerine Tanzimat ile başlayan sürece, o süreçten itibaren, evrensel çapta dünyadaki üretim tarzının ve ilişkilerinin değişen yapısının ve 19.y.y. ile birlikte sermaye birikim rejiminin geçirdiği evrimi ve bunun Anadolu topraklarına olan yansıması ile birlikte değerlendirip ve kendi halkımızın tarihsel momentteki belirli aşamalarda kendine özgün yapısının yani örgütlenme-organizasyon-bölüşüm ilişkilerinin özgül ilişki ve çelişkilerini net bir şekilde ortaya koyduğumuzda, sadece “Cumhuriyet” değil, “1908 II.Meşruiyet Devrimi” ve yakın tarihteki birçok olayın, hangi toplumsal ve siyasi koşullar dahilinde geliştiğini, altyapısını oluşan “ekonomik-tarihsel determinizmin” hangi yasaları kapsadığını ve buna göre “ilerici” ve “aksak” yanlarını daha saydam bir şekilde görebiliriz.

Kemalizm kavramının yapay konumu, yani Kemalizm'in, o dönemdeki egemen sınıfların ideolojik hegemonyasının bir aracı haline getirdiği bir düşünce sistematiği olduğu apaçıktır. Fakat, o dönemin egemenlerini tek bir kutup dahilinde ele alamayız.Asker-Sivil Bürokrasi ile Finans-Kapital zümresi arasında gidip gelen yani Devletçilik (Kapitalizm Fideliği) ile Komprador Burjuvazi’den Finans-Kapital'e evrilen İş Bankası zümresinin arasında geçen iktidar mücadelesinin ve kadim saltanatını antika çağlardan beri sürdüren Tefeci-Bezirgan sermayenin, ana aktör olduğu bu denge oyununda, egemenlerin kendi siyasi meşruiyetini sağlamada Mustafa Kemal'i, “Atatürk” sıfatı içerisine hapsedip, onu birer koçbaşı olarak kullandığı bir dönemden bahsediyoruz. Aslında “Tarihcil Devrimcilerin” yaşadığı, trajik bir sondur, Mustafa Kemal'in de yaşadığı.

‘Cumhuriyet Devrimi’nin, 1925 yılına kadar gerçekten ilerici bir nosyonu vardı, fakat, sosyal sınıf ilişkilerinin (işçi sınıfının politik bilinci) niceliksel olarak var olsa da, niteliksel olarak güçlü olmadığı bir dönemde, Mustafa Kemal gibi sosyal sınıf pusulasına sahip olmayan, bu yüzden “Sosyal Devrimler” çağında, yenilmeye mahkum olan tarihcil devrimcilerin iyi niyetli girişimleri, maalesef o dönemin egemen sınıfları tarafından kolayca alt edilip, kendi yörüngelerine çekildiği için, bugün yaşadığımız tartışma da bu eksende devam ediyor.

Yanlış olan “Cumhuriyet Devrimi” değildi, ‘Fransız Devrimi'ne baktığımızda da, o devrime hayat veren ve gerçekten tarihin çarklarını ileriye doğru döndüren uygulamalara hayat veren insanların (Robespierre, Danton, Marat, Saint Just vb..) çok uzun süre iktidarda kalmadıklarını hatta 4 yıl gibi bir sürede birçok şeyi gerçekleştirdiğini, daha sonra trajik bir son ile giyotine gönderildiklerini ve Fransız Devrimi’nin kısa zamanda ‘restorasyon’ dönemine girdiğini ve karşıdevrim sürecinin başladığını görmekteyiz. Ama, sonuçları bakımından ele aldığımızda bugün Fransız Devrimi ve onun yaydığı, dönemine göre en ileri konumdaki fikirlerin, insanlık tarihinde yarattığı etki ortadadır. Fakat, özellikle Emperyalizm çağındaki ‘Burjuva Devrimleri’nin ilerici karakterleri, Kapitalizm’in dönemsel koşullarından ve üretim ilişkilerinin geldiği noktadan dolayı, çok kısa bir dönemde geçerli olduğu gibi, politik zümrelerin ve sınıf ilişkilerinin niteliğine göre, zamanla evrildiği aşama “gerici” bir karaktere bürünebiliyor. 1923'ü de bu noktada ele alarak değerlendirmeliyiz ve onu, tarihin çarklarında nasıl ileri bir noktaya yani “Sosyalist Cumhuriyet’e” taşıyabiliriz, bunun kavgasını ve tartışmasını vermeliyiz...

* * *

Son KCK operasyonları sonrası, akademisyen ve BDP PM üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile yayımcı ve yazar Ragıp Zarakolu başta olmak üzere, gözaltına alınan 44 kişiden 23’ünün, çıkarıldıkları nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanması, AKP-Cemaat aracılığıyla dönüştürülen rejimin hukuk ve adalet anlayışının niteliğini gözler önüne seriyor.

Emperyalizmin bölgesel planları dahilinde, klasik bir burjuva partisinin ötesinde, bir misyon partisi konumunda olan AKP’nin, mevcut sistemin sacayaklarını, konjonktürel yeni ortama göre dizayn ederek, kendi ideolojik hegemonyasını faşizan yöntemlerle kurduğu mevcut düzlemde, kendisine muhalif olan her cephede açtığı gedikleri, sözde hukuk sistemini kullanarak genişletmeye çalışmasının bir sonucu olarak; -Ergenekon’dan Devrimci Karargah’a, Devrimci Karargah’tan KCK’ye-, bugün birçok kişinin, evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir şekilde, saçma sapan deliller eşliğinde tutuklandığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Özellikle, referandumla birlikte tamamen eline geçirdiği yargı gücünü, özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere, yandaş savcı ve yargıçlar aracılığıyla, sınırsız bir şekilde kullanan iktidarın, çarpık adalet anlayışı, Deniz Fener e.V. sanıklarına uğrarken, yukarıda bahsettiğim diğer davalardan tutuklu bulunan ve akıbetleri hala belirsiz olan sanıklara bir türlü uğramamaktadır.

Adaleti, gerici-piyasacı dünya görüşleri dahilinde kendi yandaşlarını, -hacıağa, bezirgan takımını- koruyup kollamak; kalkınmayı da, Finans-Kapital’in ve yerli taşeronlarının, neoliberal ekonomi politikalarının bir düsturu olarak, ülke içinde rahat bir şekilde at koşturması olarak algılayan, kurgulayan ve pratiğe aktaran AKP’nin halk düşmanı politikalarının karşısında duran binlerce kişi, yürürlükteki mevcut TMK yasasının bir sonucu olarak, “terör örgütü üyesi” olmakla suçlanarak yargılanıyor.

Olmayan örgütlerin üyesi olmanın ironisi bir yana, Kültür Bakanlığı'nın onayladığı eserlerin suç unsuru teşkil edilerek delil olarak kullanılması, buna benzer şeylerle insanların haksız bir şekilde tutuklanması ama Deniz Feneri gibi yolsuzluğun dibine vurulduğu bir derneğin süren davasının sanıklarının, delillerin toplanması sebep gösterilerek salıverilmesi, özellikle “Yetmez ama Evetçi” sözde demokratların vicdanlarının neresine oturuyor bilinmez ama süregelen davaların, toplumun vicdanında açtığı yaralar, kolay kolay kapanacağa benzemiyor…

Yeni bir krizin eşiğindeki küresel sermayenin son durumu…

Küresel krizin ardından finansal piyasaları rahatlatmak, batan dev firmaları kurtarmak adına, devletlerin, bütçelerini piyasalara enjekte ederek can simidi vazifesi görmesi, kısa vadede mali sermaye açısından bir nefes alma ortamı yaratmıştı. Fakat mali sermayeyi kurtarmak adına, yoğun bir şekilde kamusal harcamanın yapılması sonucu oluşan bütçe açıklarının faturası, şimdi önlerine gelmiştir. Birçok uzman yakın gelecek hakkında iyimser bir tablo çizmezken, özellikle ABD ve AB odaklı yeni bir krizin kapıda olduğu yorumları birçok otoritenin artık kabul ettiği bir gerçek. Hatta Avro’nun bile geleceği konuşulmaya başlanmış durumda.

İngiliz Times gazetesinin yorumuna göre; ''Sorunun çözümü için bir sihirli formül yok, ayrıntılar da çok teknik. Ama yeni bir mali krizin sonuçları Avrupa vatandaşları için teknik olmayacak. Eğer doğru kararlar alınmazsa, insanlar işlerini kaybedecek, tasarruflar, emeklilik fonları eriyecek, kredi temerrüdüne dayalı takas sözleşmesi ya da Avrupa Mali İstikrar Paktı kavramlarını hayatları boyunca duymamış olan sıradan insanlar büyük bedeller ödeyecek.”

Financial Times ise şöyle diyor: “Krizin etkileri göründüğünden daha derin olacaktır. Euro, savaş sonrası Avrupa’sının kazanımı olarak görülüyordu. Bu dayanağın ortadan kaldırılması, Avrupa’nın birliğinden ve dünyadaki nüfuzundan geriye bir şey kalmaması anlamına gelir.”

* * *


Kamusal kaynakların, “kurtarma paketi” adı altında finansal piyasalara aktarılması sonucu oluşan devasa bütçe açıklarının ve dış borcun, ABD’de milli gelire oranı yüzde 10.5’i bulmuş durumda. Kamu borcunun milli gelire oranı ise yüzde 100’ün üstünde bir seyirde.

Obama yönetimi, ABD ekonomisini, şu an içinde bulunduğu durgunluk ortamından kurtarmak ve yaşadığı borç krizinden çıkartmak için federal hükümet aracılığı ile kongreye sunduğu borç limitinin yükseltilmesi ve bütçe açığının azaltılmasına bir takım tedbirler konusunda anlaşma sağlayamamış durumda. Limitin yükseltilmesi için son tarih olan 2 Ağustos’a kadar Demokratlarla Cumhuriyetçilerin ortak bir zeminde buluşamaması, ABD’deki borç krizini derinleştirecek gibi. ABD’deki durgunluğun ve borç krizinin, küresel piyasalara etkisi de önümüzdeki günlerde daha da sertleşeceğe benziyor.

Avrupa ülkelerinde ise bütçe açığının milli gelire oranları sırasıyla; Fransa’da yüzde 7, İngiltere’de yüzde 10.5,İtalya’da yüzde 4.6,Almanya’da yüzde 3.3 oranında. Kamu borçlarının milli gelire oranı ise; Fransa’da yüzde 81, İtalya’da yüzde 119, Almanya’da yüzde 83, Yunanistan’da yüzde 142 oranında. (1)

Avrupa zaten bir süredir yangın yerine dönmüş vaziyetteydi. Özellikle Yunanistan’da bir türlü dindirilemeyen ekonomik bunalımın yarattığı sosyal ve ekonomik tahribat, kitlelerin sokağa dökülmesine ve krizin faturasının kendilerine kesilmesine karşı hala devam eden yoğun bir tepkiye neden olmuştu.

Yunanistan’daki ekonomik krizi bitirmek adına, Almanya başta olmak üzere AB’nin ve IMF’nin kurtarma paketi olarak vermeyi taahhüt ettikleri kredi ve borçlara karşılık, Yunanistan’dan, özelleştirmeler başta olmak üzere birçok yaptırımın uygulanmasını diretmeleri ve toplumun alt sınıflarını vuracak şekilde yeni vergilendirmelerin, ekonomik, sosyal birçok hakkı budayan yeni kemer sıkma politikalarının bu yaptırımların bir yansıması olarak hayata geçirilmeye çalışılması, Yunanistan ekonomisini bir çıkmaza sürüklemişken, Portekiz, İspanya, İtalya, Belçika başta olmak üzere, kamu borç stokunun yüksek bir seyir izlediği Avrupa’nın diğer ülkelerinin ekonomileri de “S.O.S.” vermekte. Yunanistan’daki uygulamalara benzer olarak, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, kamusal harcamaların yarattığı bütçe açıklarını kapatmak için, “yüksek vergilendirme, özelleştirme, sosyal-ekonomik hakların tırpanlanması vb.” alınması muhtemel önlemlerin Avrupa’daki yangını daha da korlayacağı kesindir.

* * *


Gerçekleşmesi muhtemel bir krizin, Türkiye ekonomisine ne şekilde bir etki yapabileceğini kestirmek şu an için çok zor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli’nin katıldığı bir canlı yayında; “Kötü haberi veriyorum, dünya ekonomisinde kara bulutlar gözükmeye başladı. Dünya daha büyük krizlerle karşı karşıya kalacak. Bunlar da oluyor. Muhtemelen dünya ekonomisinde bir kriz olacak. Türkiye’ye olumsuz etkileri olacaktır” dedi. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ise “Umuyoruz ki Avrupa'da doğru kararlar alınır. Umuyoruz ki ABD'de bu borçlanma limitiyle ilgili siyasi sorun aşılır. Bunlar çözülürse sorun yok, ama sorunlar çözülemediği takdirde de olumsuz senaryolara da hazır olmamız gerekir” dedi. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ise; “Cari açık ihmal edilecek bir konu değil tabii ama cari açık onların dediği gibi Türkiye açısından yüksek risk oluşturacak bir yapıda değildir” açıklamalarında bulunarak kafaları bir hayli karıştırdı.

Yüksek cari açık ve sıcak para ile sağlıksız bir şekilde büyüyen Türkiye ekonomisi için ise, küresel sermayede yaşanan durgunluğun yansıması, hükümet kurmaylarının çelişkili açıklamalarına rağmen, ilerleyen süreçte pek parlak olmayacak gibi.

Küresel kriz sonrası alınan önlemler sonrasında finansal piyasaların kısmi ölçüde rahatlaması ve dış konjonktürün de etkisiyle, sıcak para girişinin artması ve ihracatın tekrar eski seviyeye gelmesi ile birlikte, son çeyrekte beklenenin üstünde büyüyen Türkiye ekonomisi, bu sanal büyüme ortamında, rekor seviyede cari açık vermişti. Merkez Bankası’nın, sıcak para girişini ve bu balon büyümeyi önlemek adına aldığı önlemlerin de şu an için pek etkisi olmadığını görmekteyiz. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch de, yüksek cari açık oranını işaret ederek; “Türkiye, AB'deki krize cari açık yüzünden diğer gelişmekte olan ülkelerden daha açık” değerlendirmesinde bulunarak, yüksek cari açığın büyük bir tehdit unsuru olduğuna işaret etti.

Büyümenin en önemli etkeni de sayısal olarak ifade edersek; yüzde 80’lik kısmı, iç tüketimin, iç talebin artması sonucu oluşmuştur. Artan iç tüketim ise, tüketici kredileri ve kart borçlanmaları sonucunda oluşmuştur. Toplumun borçlanarak harcama yapması ile büyüyen ekonominin, sağlıklı bir temel üzerine oturmadığı ortadadır. Hükümet kurmayları da kriz öncesinde sıkça söyledikleri “ekonominin canlanması için harcama yapın!” sloganını şimdi tersine çevirerek, ekonomide yaşanan dengesiz büyümeyi soğutma telaşı içindeler…

ABD ve AB merkezli yaşanan kriz ortamının ilerleyen süreçte daha büyük bir krize meyilli olması da, şu an piyasalarda etkisini net bir şekilde hissettirmemiş olsa da, en büyük ihracat pazarımız konumunda olan AB’de de yaşananların, Türkiye’ye yansıması ağır olacaktır. Aynı şekilde, sıcak paranın çekilmesiyle birlikte yaşanacak olan finansal yıkımın, genel olarak yine tüm bunların faturasının çıkartılacağı halkın üzerine yıkılacak olması gerçekliği karşısında, şimdiden uyanık olmamız gerekiyor.


Dipnot:
(1) Güngör Uras – “Risk kapıdaymış ihtiyatlı olalım... Peki ne yapalım?” - Milliyet

Avrupa'da neler oluyor?

Sarkozy Hükümetinin Fransa’da minimum emeklilik yaşını 60’dan 62’ye, emeklilik maaşı alınabilecek yaşı da 65’ten 67’ye çıkarma planlarına karşı başlayan kitlesel direniş hareketleri, işçilerin birçok yerde greve gitmesiyle artarak devam ediyor. Avrupa’nın diğer birçok ülkesinde de krizin faturasının emekçilere kesilmesi ve birçok sosyal hakkın gasp edilmesine yönelik ortaya konan tepkiler çeşitli direniş ve kitlesel gösterilerle aynı şekilde devam ediyor. Bu tepkilerin nereye varacağını şimdilik kestirmek çok zor ama geçmişte yaşanılan deneyimlerin ne şekilde bir sonuç verdiğine tekrar göz atmakta fayda var.
Avrupa’da özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası uygulanmaya başlayan Keynezyen iktisadi politikaların bir sonucu olarak oluşan “Sosyal Refah Devleti”ni sonuçları bakımından irdelersek ; bu dönemde bir çok sosyal, siyasal, iktisadi vb.. haklar en alt sınıfa kadar tanınmış bu şekilde işçi sınıfının, alt zümre ve tabakaların kısmen de olsa bir sosyal ve siyasal güvenceye sahip olduğu bir durum oluşmuştur. Bu uygulama aynı zamanda birçok şeye de gebe olmuştur, işçi aristokrasisini körüklediği gibi revizyonist ve reformist hareketler de bu dönemde kök salabilmişler ve Avrupa da ki bir çok “Devrimci, Anti-Emperyalist, Sosyalist” hareketin önüne geçebilmiştir. Yani hak arayan bir kitlenin asgari şartlarda dahi olsa hakkını kazanabildiği, egemen sınıfların gerek taviz gerek ise bu sınıf menzilli toplumsal hareketlerinin daha da siyasallaşarak sistem karşıtı bir hale dönüşmesini önlemek için bu tarz bir uygulamayı devreye soktuğu bir ortamda maalesef sonuçlar "Devrimcilerin, sosyalistlerin" aleyhine dönerek 68’ de Fransa tandanslı başlayan hareketlerin çok fazla filizlenmeden söndüğü bir duruma dönüşmüştür.

Peki bugünü nasıl okumalıyız, bugün nasıl bir mücadele koşulları var? Bunu tartışabiliriz ama Avrupa’da da artık Küresel çapta egemen olan Neo-Liberal sistemin yarattığı travmaların insanları nasıl sokağa döktüğü ortada!.. Artık Sosyal Refah Devleti uygulamasının kırıntıları dahi yok edilmiş durumda.. Birçok sosyal, siyasal, iktisadi hak işçi sınıfının, üretmen alt kesimin elinden alınmış bir durum da ve daha fazlası da istenmekte.. Yani artık Avrupa’daki mantalite de Neo-Liberalizmin tamamen etkin olmasıyla değişti, o yukarıda bahsettiğimiz olayların tekrarlanması imkansız gibi.. Çünkü o dönem güçlü bir Doğu Bloku ve Reel Sosyalizm gerçeği vardı ve dünyanın birçok yerinde işçi hareketleri örgütlü ve güçlü bir biçimdeydi, en azından bir dayanak noktaları ve egemenlerin korkacağı bir konumdaydılar. Fakat sürekli bahsettiğim gibi Neo-Liberal sistemin egemen olduğu bir Dünya da artık hiçbişey eskisi gibi olmayacaktır.. Tabi Avrupa'daki bu durum güçlü bir kıvılcımı ateşler mi bunu zaman gösterecek. Ama doğru politikalar üretilip doğru taktik ve strateji eşliğinde bir yol haritası çizilip izlenirse bu tarz hareketlerin daha da siyasallaşacağını ve daha da aktif bir hale geleceğini düşünüyorum..

Yanı başımızdaki Yunanistan örneğini de incelemekte fayda var.. Karamanlis'in YDP'si küresel krizin Yunanistan da yarattığı travmalar sonucu ortaya çıkan hareketlerle epey yıprandı ve iktidardan indirilip yerine Sosyal Demokrat bir parti olan PASOK iktidara getirildi ama bu hareketler dinmek şöyle dursun artarak daha da genişledi.. Çünkü artık bu tarz işçi sınıfı menzilli toplumsal muhalefeti susturmak için bir takım tavizleri verebilme inisiyatifine sahip bir konum da dahi değiller reformist ve revizyonist partiler olarak atfedilen siyasi kuruluşlar. Onlar da artık Neo-Liberalizmin küresel çapta etkin olmasıyla siyaseten rakip olsalar da niteliksel olarak aynı egemen konumunda bulundukları Burjuva Liberalleriyle aynı tas aynı hamam politikalar üreterek kazanılmış birçok sosyal hakkı gasp ederek, krizin faturasını emekçilere kesen bir konumda..

İngiltere’de de David Cameron’un açıkladığı, 2.Dünya Savaşından bu yana ki en büyük kemer sıkma paketinin ardından da, İngiltere’de toplumsal muhalefetin ayaklanması bekleniyor. İngiltere’nin köklü bir partisi olan İşçi Partisi “Labour Party”( Adı İşçi Partisi olsa da niteliksel olarak “Marksist” tandanslı bir parti değildir) A.Giddens’ın teorileştirdiği “3.YOL” teoremini temel bir doktrin olarak benimseyerek, Küreselleşme Çağında Yeni Sol olarak atfedilen bu doktrin ile Blair önderliğinde 1997 yılında iktidara gelmişlerdi. Bu süre zarfından 2010 yılına kadar iktidarda bulunan İşçi Partisi, geliştirmiş olduğu bu yeni söylemin ışığında daha piyasacı bir konumda yer almış ve İngiltere’yi ABD’nin en yakın müttefiki olarak Irak Savaşına sokmuştu. İktidarda bulunduğu süre zarfında ve Irak Savaşı sonrası oluşan ağır tablo ile birlikte iyice gözden düşen İşçi Partisi, 2010 yılındaki seçimlerle birlikte iktidarı Muhafazakâr Parti’ye devretti. Muhafazakâr Parti’de halefinden farksız bir şekilde sürdürdüğü sert iktisadi önlemleri İngiltere tarihinin 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır kemer sıkma programıyla taçlandırmak istiyor. Bu program dahilinde kamu harcamalarında ciddi oran da bir kesinti öngörülüyor ve kamu sektöründe çalışan yarım milyona yakın insanın işsiz kalabileceği söyleniyor. Tüm bunlara rağmen İngiltere halkı şimdilik fazla tepki göstermese de yasalaştırılmak istenen “kemer sıkma” taslağını protesto etmek için başkent Londra'da birkaç bin kişinin katıldığı gösteriler düzenlendi. Bu gösteride yapılan konuşmalarda göstericiler: hükümetin faturayı, milyarlarca dolarlık paketlerle kurtarılan bankalara ödettirilmesi gerektiğini açıkladılar. Bununla birlikte bazı sendikalar da, Fransa'dakine benzer protestolar hazırlamayı planlıyorlar. Fakat gelen haberlere göre İngitere'deki büyük sendikalar bu protesto gösterilerini 2011 yılının Mart ayında yapacaklarını açıklamışlar. Görüldüğü gibi, bu karar, büyük sendikaların açıkça "ipe un serme" yolunu seçtiklerini gösteriyor. Sendikaların bu tutarsız tavrına karşılık İngiliz İşçi Sınıfının ve halkının nasıl bir tavır takınacağı önümüzdeki günlerde gösterecekleri tepkilerle anlaşılacaktır.

Ekonomi büyüdü: Öğrenciye harç ve cop!

"Harç düzenlemeleri" ile ilgili yasa değişikliği, 26 Ağustos'ta Bakanlar Kurulu'nun almış olduğu kararla birlikte hayata geçirildi. Harçlar, hükümetin "harçlara bu yıl zam yok" açıklamasının aksine, yeni düzenlemeyle birlikte inanılmaz oranda arttırıldı
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK), açıkladığı son verilere göre; Türkiye ekonomisi, 2011'in ikinci çeyreğinde yüzde 8.8 büyüyerek, dünyanın ikinci, Avrupa'nın en hızlı büyüyen ekonomisi olarak, beklentilerin üstünde bir büyüme ivmesi yakaladı.
Merkez Bankası'nın açıkladığı, 2011 Ocak-Temmuz ödemeler dengesi verilerine göre ise; cari işlemler açığımız da, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 112.9 oranında artış göstererek, 23 milyar 791 milyon dolardan 50 milyar 662 milyon dolara çıktı.
Beklentilerin üstünde çıkan ekonomik büyümeyi, daha makul bir düzeye çekmeye çalışan iktidarın ekonomi kurmaylarının çabası, şu an için pek karşılık bulmuşa benzemiyor.
Siyasi nedenleri bir yana, ekonomik anlamda "Yüksek faiz-düşük kur" politikasının bir sonucu olarak, sıcak sermaye girişinin konjonktüre göre küresel kriz sonrası tekrar artması, büyüme oranlarının en önemli kalemlerinden birisi olan iç talebin, tüketici kredisi ve kredi borçlanmalarıyla artması (dolayısıyla ithalatın artması) ekonominin ayakta durmasının en önemli nedenleri arasında gösteriliyor. Öyle olsa bile, üretimin ithal ara girdilerle gerçekleştirildiği ülkemizde, en önemli sorunlarımızdan birisi olan cari açığın istenilen seviyeye çekilememesi, (Geçen yıl, milli gelirin yüzde 6.6'sını bulan cari açığımızın, 2011 yılının tamamında, milli gelirin yüzde 10'una tekabül edeceğini bizzat IMF dillendiriyor) Türkiye ekonomisinin yapısal bir sorunu olarak karşımızda duruyor.
ABD ve AB'nin önde gelen ülkelerinde, kamu borçlanmaları sonucu oluşan devasa bütçe açıklarının yarattığı sıkıntıları göz önüne getirdiğimizde de, önümüzdeki dönemde, küresel piyasaların tekrar küresel ölçekli bir durgunluğa girme ihtimali yüksek görünüyor. Böyle bir krizin Türkiye ekonomisine de yansıması hissedilir düzeyde olacaktır. Özellikle, ihracatın yarısını gerçekleştirdiğimiz Avrupa pazarlarında yaşanan sorunlar, iflas noktasına gelen ekonomiler, önümüzdeki süreçte ihracat pazarımızı önemli ölçüde etkileyecektir.
"Yüksek faiz-düşük kur" ekonomi politikasıyla, sıcak parayı fütursuzca yurtiçine çekerek, finansal sermaye aracılığıyla ekonomiyi, sağlam olmayan, yapısal olarak kırılgan ve dış konjonktüre bağlı bir hale getiren iktidarın, ekonomiyi soğutmaya yönelik hamlelerinin ne şekilde sonuçlar vereceği, bunu nasıl yapacağı ayrı bir merak konusu...
Bu rekor büyüme oranı, yandaş basın tarafından sevinçle karşılansa da, yılın son çeyreğinde, Nihat Ergün'ün açıklamalarına göre büyümenin yavaşlayacağı ve yüzde 4 seviyesinde seyredeceği söyleniyor.
* * *
Geçtiğimiz aylarda, "torba yasanın" en önemli gündem maddelerinden birisi olan "harç düzenlemeleri" ile ilgili olarak düşünülen yasa değişikliği, 26 Ağustos'ta Bakanlar Kurulu'nun almış olduğu kararla birlikte hayata geçirildi. Eğitimin piyasalaştırılması, öğrencilerin müşteri haline getirilmesinin bir sonucu olan harçlar, geçtiğimiz günlerde hükümetin yaptığı "harçlara bu yıl zam yok" açıklamasının aksine, yeni düzenlemeyle birlikte inanılmaz oranda arttırıldı.
Libyalı muhaliflere, 100 milyon doları hibe, 100 milyon doları nakit kredi, 100 milyon doları da proje kredisi olmak üzere 300 milyon doları elden sunan iktidarın, İşbirlikçi Arap yönetimine (Ulusal Geçiş Konseyi) yaşattığı baharın aksine, kendi ülkesinde, yazın son günlerinde kışı yaşattığı öğrencilere ise makul gördüğü yeni har(a)çlar, artık devlet bütçesinin hangi kaleminin finansmanında kullanılacak bilinmez. (İşbirlikçi Arap muhaliflere gitmez umarım). Ama ekonomi sözde bu kadar büyürken, karşılığında hayatın bu kadar pahalılaşması, göstergeler bazında yaşanan "ekonomik büyümenin", kimler için olumlu olduğunu, kimler için hiçbir anlam ifade etmediğini gözler önüne seriyor.
Eğitim ve sağlık gibi temel insani ihtiyaçların, piyasanın gözetiminde, alınıp satılan bir meta haline sokularak fahiş fiyatlar eşliğinde pazar ekonomisinin en önemli kâr getiren kalemlerinden biri haline getirildiği günümüzde; "Reel Sosyalizmin" çöküşünü takiben ve ona paralel olarak Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, birçok ülkede mücadeleyle kazanılmış, "Sosyal Devlet" uygulamalarının ve sosyal-ekonomik hakların birçoğunun budanması son hızla sürdürülüyor. Kapitalizmin dünya çapında yayarak yürüttüğü bu "budama politikaları", sömürünün ve hak gasplarının en ilkel ve ağır koşullarda sürdürüldüğü ülkemizde de, çalışan ve emeğiyle geçinen kesimleri kölelik şartlarına sürüklerken, harçlara yapılan bu son düzenlemeyle, şimdi de yüz binlerce öğrenci, son anda mağdur konumuna itilmiş durumdadır.
2009 yazını hatırlarsak; hükümet ve YÖK, yaz ayını fırsat bilerek, harçlara yüzde 500 oranında zam yapmaya kalkışmış, fakat, örgütlü öğrenci hareketlerinin günler süren, yoğun direnişiyle karşılaşınca, zamları geri çekmek durumunda kalmıştı. O dönemin acısını çıkartırcasına, Bakanlar Kurulu'nun ani bir kararıyla, har(A)çlara yönelik yapılan bu düzenleme sonrasında, "ders başına, krediye orantılı bir şekilde belirlenecek olan harç ücretlerine göre", üniversite öğrencileri, normalin beş katına varacak şekilde "ekstra harç" ödeme durumunda kalabilecekler. Okulu uzatanlar içinse; dersi ilk kez alanlar için normal harcın haricinde, "okulu uzatma katsayısı harcı"; eğer dersi 3. kez alıyorlarsa ekstradan ders ücretinin yüzde 50 fazlası oranında bir harç bedelini ödemek durumunda kalacaklar. Bu bedel, dersin alış sayısına göre katlanarak yüzde 300'e kadar çıkabilecek. Ayrıca, üniversitelere verilen "harçları arttırma yetkisi" de, yüzde 20'den yüzde 30'a çıkarılmış durumda; yani okul yönetimleri de, kendi inisiyatifleri dahilinde, mevcut zamların üstüne yüzde 10 oranında ekstradan zam yapabilecekler.
* * *
9 yıllık iktidarları döneminde, piyasacılığı ve gericiliği şiar edinerek, neoliberalizmin bütün hükümlerini bir bir uygulayan AKP'nin; eğitim sistemini, kendi gerici dünya görüşü çerçevesinde, özellikle cemaat aracılığıyla dizayn etmesi ve piyasa odaklı bir yaklaşımla, eğitim sektörünü, büyük bir rant alanı haline getirmesine karşı başkaldıran öğrencilere yönelik uygulanan devlet terörünün şiddeti ne olursa olsun: üniversite masraflarını karşılamak için, 30 lira yevmiyle inşaatta çalışırken hayatını kaybeden Ömer Çetin anısına, AKP'nin üniversitelere yönelik gerici-piyasacı politikalarına karşı 5 Ocak 2011'de ODTÜ'de eylem yaptıkları için yargılanan 117 arkadaşımız için, inadına bu soygun düzenine karşı "başkaldırmaya" devam edeceğiz.
(Şili'deki öğrenci hareketi lideri Camila'yı, Burjuva Türk basını, işi magazine dökerek sırf "güzelliğinden" dolayı manşetlere taşımıştı. Bakalım önümüzdeki günlerde, harçlara karşı yükselecek olan tepkiler ve muhalif öğrenci gruplarının başkaldırışı karşısında, aynı Türk basını, Türkiyeli öğrenciler için ne tür başlıklar atacak? Ya da şöyle soralım: manşetlere taşıyacaklar mı? Yoksa o bilindik "eşkıya"lı başlıklarla, sahiplerinin sesi mi olacaklar...)

Türkiye için, ayaklanma vakti…

Sayıları 5 milyona yaklaşan asgari ücretliler Türkiye’nin en büyük 90 firması kadar vergi ödemekte. OECD üyesi 9 ülke, asgari ücrete vergi uygulamazken, 6 ülkedeyse vergi oranı yüzde 10’un altında, Türkiye’de ise vergi oranı yüzde 15 civarında seyrediyor

Tıkırında giden bir ekonomi, rekor kıran büyüme rakamları, teğet geçen bir kriz vs. Tek sorunumuz var, o da cari açık. Yunanistan gibi olmamız içinde tek çare zam, zam, zam… Pardon güncelleme(!)…

“Yüksek faiz, düşük kur” para politikasının bir sonucu olarak, küresel sermayenin sıcak para cennetine dönüşen ve uygulana gelen bu politikalara mukabil dış ticaretin de ithalat lehine işlemesiyle rekor bir seviyeye gelen cari açığın yarattığı olumsuzlukları gidermek için, hükümetin can simidi olarak sarıldığı ÖTV artışı, sigara, alkol, telefon, otomobil fiyatlarında etkisi epey hissedilir şekilde zamlara neden oldu. Yapılan bu zamları meşrulaştırmak için, hükümet yetkililerinin söylediği sözler ise zamlardan daha vahim. Partisinin Kızılcahamam kampında konuşan Recep Tayip Erdoğan,"Kardeşim sigara içmezsin olur biter. Alkolü biraz daha az tüketirsin olur biter (…)” açıklamasında bulunarak fetvasını verirken, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise, tüm bu yapılanların “zam değil güncelleme” olduğunu söyleyerek içimizi ferahlattı. Bir TV kanalındaki programa katılan Bülent Arınç ise yapılan zamlarda mutlaka bir hikmet aramamız gerektiğini ve halkın sağlığı için yapıldığı söyledikten sonra zamların fakirleri ilgilendirmediğini söyleyerek bizleri epey düşündürttü(!). İnsanın düşünen bir canlı olduğu gerçeğini yadsımaya çalışan bu sözlere fazla kulak aldırmadan, daha önce yapılan doğalgaz, elektrik zamları ile sürekli güncellenerek, güncelliğinden pek bir şey kaybetmeyen benzin ve motorin fiyatlarını da göz önüne getirdiğimizde, küresel ısınmadan dolayı erken gelen kışın, zamlarla birlikte epey soğuk geçeceğini görmekteyiz.

Sigara ve alkole yapılan zamlara geri dönersek; insanların bunları neden tükettiğini, psikolojik, sosyolojik ve iktisadi açıdan tahlil edemeyen daha doğrusu böyle bir niyeti dahi olmayan iktidarın, zamları meşrulaştırma çabası, daha çok kendi muhafazakar-gerici dünya görüşlerine paralellik arz edecek şekilde popülist demagojiye dayanıyor. Üst sınıfa tabi olan insanlar için, zaten yapılan bu zamların pek bir geçerliliği yok fakat, alt sınıf ve tabakalara tabi olan insanların gündelik yaşantısında alışkanlık haline gelen ve keyiften çok, kederden sarıldıkları alkol ve sigaraya yapılan zamlar, Bülent Arınç’ın söyleminin aksine, en çok fakirleri ilgilendiriyor. Nasıl ilgilendirmesin ki? Türkiye’nin ekonomik panoramasına baktığımızda, alt sınıfa dahil olan insanlar, içmeyip de başka ne yapsın...

* * *


İlk olarak Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değinelim: İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası'nın hazırlamış olduğu “Türkiye Vergi Profili” araştırmasına göre, Türkiye’deki her 10 ücretli, bir şirketten daha fazla vergi ödüyor. Rapora göre, sayıları 5 milyona yaklaşan asgari ücretliler Türkiye’nin en büyük 90 firması kadar vergi ödemekte. OECD üyesi 9 ülke, asgari ücrete vergi uygulamazken, 6 ülkedeyse vergi oranı yüzde 10’un altında, Türkiye’de ise vergi oranı yüzde 15 civarında seyrediyor.

Mal ve hizmetlerden alınan dolaylı vergilerin, genel vergi oranı içindeki payı 2011 yılında yüzde 68.9, gelir, kâr ve sermaye kazançlarından alınan doğrudan vergilerin payı ise yüzde 31.1 oranında. “Tüketici vergilerinin ağırlığını, gelirinin tümünü tüketmek zorunda kalan işçi, memur, emekli gibi dar gelirliler oluştururken gelirden alınan doğrudan vergilerin de ağırlıklı kısmı, yine sayıları 13,5 milyonu bulan işçi ve memurlardan, 10 milyona yaklaşan emeklilerden, bordroda, kaynağında kesilerek toplanıyor. Şirket ve bankalardan, Kurumlar Vergisi adı altında alınanlar ise vergi gelirlerinin yüzde 10’undan ibaret.”(1) Yine aynı rapora göre, dolaylı vergilerin milli gelire oranı yüzde 11 ile OECD ortalamasına yakın bir konumdayken, özellikle kayıt-dışılığın etkisiyle doğrudan vergilerin milli gelire oranı yüzde 5.8 ile OECD ortalamasının çok altında bir seviyede seyrediyor.

ÖTV’de (Özel Tüketim Vergisi) tüm vergi gelirlerinin 4’te 1’ini oluşturmaktadır.2010 yılında 56 milyar lira ÖTV toplanırken, bunun 32 milyar lirası petrol ve doğal gaz ürünlerinden, 18 milyar lirası alkol,tütün ürünleri ve gazozlu içeceklerden, 4 milyar lirası ise Özel İletişim Vergisi’nden sağlanmıştır Kısacası, Türkiye’deki adaletsiz vergi dağılımının yükünü, alt sınıf ve tabakalar çekmekte, şirket ve bankalarda kayıt-dışı ekonominin nimetlerinden faydalanmaktadır.

* * *


Diğer istatistiki verileri madde madde geçelim:

-Türkiye Kamu Sen’in araştırmasına göre; açlık sınırı 1.192,53 TL, Yoksulluk sınırı 1.558,41 TL, Refah sınırı 3.121,86 TL oldu.

-OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) verilerine göre genç nüfusumuzun yüzde 28.7’si işsiz durumda. OECD ülkeleri içinde de, kadın istihdamında en düşük oranla ve iş kazalarında da en yüksek oranımızla birinci durumdayız.OECD’nin gelir ve gider dağılımı,servet, iş olanakları, çalışma-özel yaşam dengesi,çevre koşulları,barınma,istihdam gibi 11 kriter üzerinden 40 ülkedeki yaşam memnuniyetini ölçmek üzere hazırlamış olduğu “Hayat Nasıl ?” (How’s Life?) adlı rapora göre, Türkiye memnuniyet sıralamasında 32. oldu.

- Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR) hazırlamış olduğu, Türkiye’nin “Ekonomik Büyüme” raporuna göre ; küresel krizin en yoğun hissedildiği 2007-2010 yıllarını kapsayan süreçte, 184 ülke arasında ortalama yüzde 2,2 büyüme hızı ile 122.sırada yer aldı.Yine aynı rapora göre, krizin en yoğun şekilde hissedildiği 2009 yılında, dünya ekonomisi yüzde 0,52 oranında küçülürken, Türkiye yüzde 4,62 oranında küçülerek, krizden en çok etkilenen 31. ülke konumunda yer aldı.

-Ataması yapılmayan öğretmenlerin sayısı 300 bini bulmuş durumda, bu sayının önümüzdeki yıl 500 bini bulacağı tahmin ediliyor.

-Gerçek işsiz sayısı 4.6 milyon civarında, bu da oransal olarak yüzde 19’a yakın bir orana tekabül ediyor. TUİK’in verilerine göre de, çalışanların yüzde 43,4’ü hiçbir sosyal güvenlik kuruluşuna tabi olmadan çalışıyor.

Yukarıdaki liste mevcut durumu net bir şekilde izah ediyor, bu liste sayfalara sığmayacak şekilde daha da uzatılabilir. İşin özeti; içiyorsak gerçekten bir sebebi var (!)…

* * *


Doğadaki her şeyin, piyasanın “kâr maksimizasyonuna” kurban edilerek metâlaştırıldığı ve insanların bu kısır döngüde insan odaklı üretim sürecinden koparılarak vasıfsız bir tüketici konumuna sürüklendiği neoliberalizmin egemen olduğu bu tarihsel momentin, bir çıkmaza doğru sürüklendiğini gözlerimizle görmekteyiz. Finans-Kapital’in kalbi olan Wall Street’de artarak devam eden eylemlerin, Avrupa’ya yayılarak farklı bir nitelik kazanması sistemin meşruiyetini derinden sarmış durumda.Bu eylemlerin ilerleyen süreçte ne şekilde cereyan edeceği ve sınıfsal bir zemin üzerine oturup güçlü bir politik söylemin doğrultusunda yürüyüp, yürüyemeyeceğini zaman gösterecek.Fakat, sömürü mekanizmasının başına çöreklenmiş olan, çokuluslu şirketlerin ve mali sermayenin, kapitalizmin yapısal normlarından kaynaklı olan iç çelişkilerinin yaratmış olduğu sürekli krizlerin bedelini, emeğiyle geçinen kesimlere ödetme sevdasına karşı, ABD ve Avrupa halkları ayaklanarak, bu işin artık bundan sonra bu kadar kolay olmayacağını kanıtladı.Yeni zamların, kapımızda olduğu ülkemizde de, son dönemin en güncel konularından biri haline gelen “kıdem tazminatının kaldırılması” başta olmak üzere, emek cephesini ilgilendiren bir çok konu karşımızda duruyor. Sözün özü: “Türkiye için ayaklanma vakti…”

Dipnot:
(1) Bir maniniz yoksa, Komünizm gelecek - Mustafa Sönmez (Cumhuriyet) 17.10.2011

DERSİM 38’DE YAŞANANLARI DOĞRU OKUMAK…

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamaları ve sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın, yaşananlar için özür dilemesiyle tekrar aktüel bir konu haline gelen “Dersim Olayları”, yoğun tartışmaları da arkasından sürükleyerek, gündemin ana konularından biri oldu.

Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1937-1938 yıllarında yaşananlar için, devlet adına özür dilemesi ve CHP’yi, katliamın esas sorumlusu olarak göstererek, kendini genel itibariyle, bu tarz insanlık-dışı olayların karşısında duran, demokrat ve insancıl bir dünya görüşünün temsilcisiymiş gibi göstermeye çalışmasının ironisi bir yana ; daha yakın zamanda, yaşadığı dönemde "Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir" diye fetva veren, Yavuz Sultan Selim’in Şeyhulislam’ı Ebu Suud’a hakkını teslim eden, Sivas ve Maraş katliamları ile yüzleşmekten çekinen (böyle bir derdi de olmayan), göstermelik Alevi Çalıştayları düzenleyip, Alevilerin sorunları üzerine bir adım dahi atmayan RTE’nin samimiyeti, epey kuşku götürmekte birlikte, partisi içinde önemli yerlerde, Madımak katliamının sanıklarının avukatlığını yapan isimlerin var olması gerçeği, asla bir tesadüf değildir.
Genel itibariyle, içinde bulunduğu “gerici-piyasacı” dünya görüşünün, geleneksel olarak tarihsel süreçteki konumu, her zaman kendisinden olmayanlara karşı sistematik bir baskı kurmaya dayandığı için, AKP gibi bir partiden “ilerici” bir tavır beklemek, büyük bir yanılgı olur. R.Tayyip Erdoğan’ın, “Kürt Açılımı” ile başlayan ve sırasıyla devam eden bir takım hamlelerini bu geleneğin yapısına aykırı bir tutum olarak görmemeliyiz. Aksine, göbekten bağlı oldukları Emperyalizm’in, bölgesel ihtiyaçlarına paralel bir şekilde, yani onların direktifleri doğrultusunda atılan adımların arka planında, küresel sermayenin çıkar ilişkisi yatmaktadır. Esas itibariyle de tüm bu yapılmaya çalışılanlar; Türkiye’de etkin olan bir takım zümreleri, yeni rejimin birer unsuru haline getirme çabasından başka bir şey değildir. O konuda da, çok başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Gelenekleri itibariyle, yüzyıllar boyunca, egemenlerin karşısında yer almış olan kitlelerin, AKP gibi bir iktidarın yedek gücü haline gelmeyeceği aşikârdır.

Dersim’de yaşananlar hakkındaki tartışmalara gelirsek eğer; olaylara sınıflar-üstü bir pencereden bakan, aydın bozması birçok kişinin, irrasyonel bir bakış açısıyla Dersim’de yaşananlar hakkında ahkâm kesmesi ve maalesef birçok kişinin, bu insanları referans alarak yanlış yönelimlere girmesi, ortada büyük bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır.

Dersim'de olup bitenleri ve genel olarak o bölgenin sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel konumunu, tarihsel momentin akışına uygun bir şekilde, sosyal sınıf gerçekliğinin ve ekonomik determinizm yasalarının belirleyiciliğine uygun bir şekilde ele aldığımızda, yaşanan olayların, öyle basit bir şekilde tahlil edildiği gibi, "İlericiler” ve “Gericiler" arasında geçen bir mücadele olmadığını, yani bir yanda Cumhuriyetçi Burjuvazi ( İlerici ), diğer yanda Şeyhler-Seyitler-Tefeci Bezirgan Sermaye ( Gerici ) arasında geçen bir iktidar mücadelesi olmadığını görürüz.

"Emperyalizm" çağındaki, Burjuva Devrimlerinin, mevcut şartlar gereği, “ilerici” karakteristiğinin, kısa bir süre içinde “gerici” bir konuma evrilmesi gerçeğini ele alırsak : Proletarya ve geniş çaplı Köylülük ittifakı ile kurulan ve bir aşama şeklinde gelişen Burjuva Devrimleri zaten ucu Sosyalizme doğru uzandığı için "İlerici" karakteristiği daha işlevseldir, çünkü sönümlenmez. Fakat bundan başka türlü gelişen Burjuva Devrimlerinin sonu, her zaman, karşı-devrimle taçlanmak, gericileşip-bezirgânlaşmaktır. Cumhuriyet Devrimi'nin de kaderi bu olmuştur. Yani Emperyalizme- Finans Kapital'e (Batı Gericiliği) ile Tefeci-Bezirgân Sermayeye (Doğu Gericiliği) karşı kurulmuş olan, Cumhuriyet, kısa zamanda bu yönelimlerin güdümü altında ezilmiştir, egemen sınıfların yörüngesi dâhilinde "gericileşmiştir". Bu yüzden, o dönemde yaşanan isyanların, hepsi olmasa da büyük bir çoğunluğu, çıkar çatışması ekseninde ; bir yanda sömürü mekanizmasının genişletilmesi için, mevcut bölgeleri, feodal yerel güç odaklarının ittifakı dahilinde merkezi otoriteye bağlı kılma ve bu ittifakın dışında kalan diğer kapitalizm öncesi Göçebe Kandaş toplum kalıntılarının bu mevcut duruma tepkisi şeklinde gelişmiştir. Kemalist iktidar, Doğu'da kendi işbirlikçi ağa-eşraf-feodal mütegallibe takımını oluşturarak bölge üzerinde hâkimiyet kurmak için, bu unsurları kendi gücüne yedeklemişken, bu yedek gücün dışında kalan diğer feodal unsurların, mevcut duruma "çıkar çatışması" ekseninde bir tavrı söz konusudur. Ve bu tavır, tıpkı Şeyh Sait İsyanında olduğu gibi özellikle İngilizlerin de desteğiyle şiddetlenerek bir isyan şeklini almıştır.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1930’lu yılların başında büyük bir kısmını Elazığ hapishanesinde yazdığı Yol dizisinin 5. raporu olan "Yedek Güç: Milliyet (Doğu)” adlı çalışması: Doğu bölgesinin, Kürt ulusunun, sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel yapısını, antika çağlardan beri bölge üzerinde egemen güç konumunda olan ve "Kapitalist" üretim tarzına geçişle birlikte kısmî ölçekte güç kaybetse de hakimiyetini sürdüren "Feodal-Derebeyi" artıkların üretim ilişkilerindeki etkin konumunu ve Kemalist iktidarın onlara karşı (olumlu-olumsuz) tutumunu net bir şekilde görmek ve idrak etmek için önem arz eden bir eser olarak karşımızda duruyor. Kürt ulusunun günümüzde de güncel bir sorun olarak var olan "ulusal ve sınıfsal" sorunlarının perde arkasında yatan tarihsel gerçekleri, diyalektik ve tarihsel maddeci metotla ele alan Kıvılcımlı, bu önemli eserinde, o dönemdeki isyanların ve uygulanan hakim politikanın genel muhtevasını şu şekilde özetler :

"Kemalizmin Doğu illerinde varolması da karşılık olarak ancak ağalığın silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Çünkü marabalar ve yoksul köylüler arasında ağaya ya da beye karşı direnmek isteyen en ufak bir hareket üzerine ağa derhal ilçeyi, ili, hattâ daha sonra TBMM'ni haberdar eder. Köylü isyan girişimindedir. O zaman bütün jandarmalar, çevre askeri kolları, uçaklar kıpırdamak isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete karşı koymak becerisini gösteren herhangi bir isyan hareketinde derhal Kemalizmden maaş alan sadık ağalarla milis kuvvetleri ezilen Kürt halkının çevresini sarar. Kemalizm "tam name-i hazreti şehriyanna" mevlut okutarak halk hareketi kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan'da ağalıkla ve köylerle kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır.
Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın bizzat kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı bunun gibi, bugün de Kürdistan'da gene geniş ve demokratik bir köylü hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kürdistan yoksul halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk alıyor.. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satırıyla pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve derebeyi artıklarıyla müttefiktir. Onun için cumhuriyet burjuvazisinin ara sıra kürsü yüksekliğinden derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla kulak asmıyor. Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün karşısında bütün yırtıcılığıyla Kemalist devlet aygıtını bulacağını biliyor. Onun için ağalığı kaldırayım derken daha zalim ve katmerli bir uçuruma yuvarlanma tehlikesine düşmekten korkar. Şimdiye kadar geçen deneyimler, cumhuriyet burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan'da, derebeyliği tuttuğundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır." (1)


Fakat Dersim yöresinde ne Alman Finans-Kapitalizmin “akıl hocalığına” dayanan Kemalist Burjuvaların, ne de İngiliz ve Fransız emperyalizminin sürdürdüğü stratejik oyun ve hesapları 1937 yılına kadar tutmamıştır. Çünkü yüzyıllardan beri Dersim halkı için: Dersim yöresi Coğrafya üretici güçleri bakımından “Doğal bir kale” olduğu gibi, sıkı sıkıya benimseyip yaşattıkları gelenek ve görenekleriyle İnsan ve Tarih üretici güçleri bakımından da “Kandaşlık kalesi” idi.
Yüzyıllardan beri, yarı-özerk, yarı-otonomi şeklinde, merkezi otoriteden kısmen bağımsız ve dışa kapalı bir coğrafya olarak, kendine has ilişkileri ve çelişkileri olan “Dersim” bölgesinin nesnel yapısı ve öznel durumunu, detaylı bir şekilde irdelediğimizde; o bölgede hakim olan ilişkilerin, Kandaş örgüt yapılı göçebe orta barbar toplumun İlkel Sosyalist gelenek ve görenekli, eşitlikçi (insan ve tarih üretici güçleri) yapısının, yaşatılan kalıntıları üzerinden şekillendiğini açıkça görmekteyiz.
Dersim halkının, bu nedenle ve bölgenin coğrafi yapısının da etkisiyle, modern ve antika çağın sömürücü egemenlerine karşı göstermiş olduğu direnç ve boyun eğmeme geleneği şanlı bir örnek daha yaratmıştır. 1937 yılına gelindiğinde ise, kaleyi içerden fethetme fırsatları da yakalayan egemen güçler, yeni gelişen teknolojik imkânlara da dayanarak silah ve zor yoluyla, cebberrut yöntemlerle Dersim halkına boyun eğdirmeye çalışmıştır. Bunun sonucunda da, Cumhuriyet tarihinin en kanlı olaylarından birisi yaşanmıştır. Konu hakkında, Marksist geçinen birçok kişinin, hastalıklı bir şekilde bağlandığı klasik şabloncu bakış açısı, buna benzer diğer birçok olayda da, ezber kalıplarının gölgesinde, yanlış ve hatalı tahliller yapılmasına neden olmaktadır. Marks ve Engels’in tarihsel ilerlemenin çelişkili ve göreli karakteri hakkında söylemiş olduğu sözleri, somut ve tarihsel gerçeklikleri göz ardı ederek, kutsal bir metinden fırlamış sözler gibi, analiz edilen her olay için, aynı şekilde geçerlilik payı varmış gibi kullananların içine düştükleri skolastik konum, her olayı bol Marksist argüman kullansalar da, soyut bir zemin üzerinden ele almalarının bir sonucu olarak karşımızda durmaktadır.

Peki Dersim’de yaşanan tüm bu olayların esas nedeni neydi? Yani, modern cumhuriyet yönetiminin esas amacı; bölgede sürekli isyan çıkaran, asker ve vergi vermeyen, merkezi otoriteyi tanımayan, bölgede egemenlik kurmuş olan, kısmen dejenere de olsa ilkel sosyalist geleneklerini koruyan aşiretleri, ağaları, şeyhleri, şıhları, seyitleri temizleyip, tarihin çarkını ileriye döndürecek bir hamle gerçekleştirerek yani bölgeyi “uygarlaştırarak”, modernize etmek miydi sadece, yoksa işin arka planında, gizlenen başka gerekçeler de mi vardı ?

Bölge üzerinde zengin krom yataklarının bulunması, Alman savaş endüstrisinin dikkatini, bölge üzerine çekmesine neden olmuştur. “1930’ların ikinci yarısında bölgede gelişen olaylar Dersim’den tüm bölgeye yayılan nüfusun tehlike olarak algılanması, bu dönemde Nazi Almanya’sıyla kurulan ticari, ekonomik ilişkilerin görünür olmayan askeri yönü krom-politikle yakından ilgilidir.” (2)

Bu gerçeklik üzerinden, bölgede yaşanan olayları ele aldığımız da karşımıza bambaşka bir gerçeklik çıkmaktadır. “30’ların ekonomi-politiği üzerine bu Dersim meselesini bina etmek lazım. Dersim krom-politiktir. Dersim buradaki bu yapıyla ilişkilidir. Dersim, Türkiye'nin Guernica’sıdır. Şunu iddia ediyorum ben; orada mutlak surette, gene arka planda Alman askerî danışmanların, Almanya’nın diğer teknik danışmanlarının bu konuya çok büyük katkısı olmuştur.” (3)

Dönemin başbakanı, egemen zümre Finans-Kapital’in baş mümessilli Celal Bayar, Dersim’e karşı başlanan kanlı ve kirli “Askeri Harekâtın Birinci Aşaması”nın tamamlandığı ve hemen ardından iktidar-hükümet değişikliğinin gerçekleştirildiği günlerde, 25 Kasım 37 tarihli Ulus gazetesine verdiği demeçte: (…) Başbakanımızın seyahat intibaları: "Ergani’de gelecek yıl bu mevsimde saf bakır akacaktır. Dersim’de çıplak kayalar içinde bedbaht bir hayat sürmekten başka nasip bulamayacak olanlar orada bırakılmayacaktır.” diyor.
Oysa Celal Bayar’ın bu sözleri ettiği günden 31 Ağustos 1938’e kadar en hayâsız ve en acımasız bir şekilde yürütülen “İkinci aşama”daki “Askeri harekâtlar” ile “saf bakır” değil, gene Dersim halkının “Kanı” oluk oluk akıtılmıştır. Onun için Blister bakır ve kromun dışarıya aktarılmasında Deutchbank’ın koçbaşlığını yapan Celal Bayar, Dersim’de yaşanan kanlı olaylardaki ana aktörlerden birisidir.


Sıkça söylenile geldiği üzere, bölgedeki başıboşluğu belli bir otorite altına sokup, bölgeyi modernize etmekten ziyade, Alman Finans-Kapital’inin savaş endüstrisi için, ihtiyaç duyduğu krom ve bakır madenlerine rahatça ulaşması önündeki engellerin giderilmesi, harekâtın esas nedenlerinin başında gelmektedir. “O bölgede ormanlar var. Halk ormanları konusunda titiz ve vermek istemiyor. Ama yakacak lazım. Dersim sorunu da buradan çıktı. Dersimli ağacını vermiyordu. O ağaç olmadan, sen o madeni işletemiyorsun. "Şark Islahatı"nın temel noktalarından biri, Dersimlinin, Palulunun, o bölge insanının ağacına sahip çıkması ve vermemesidir. Vermemiştir ağacını. O bakırı eritmek için, o bakırı akıtmak için buna ihtiyaçları vardır.” (4)

Göçebe orta barbar toplum yapısının gelenek ve göreneklerini taşıyan Dersim halkının, ilkel komuna gelenek-görenekli Kolektif Aksiyon Güçlerinin (İnsan-Tarihi Üretici Güçleri) bölgedeki hakimiyetine son vermek ve Finans Kapital – Tefeci Bezirgân sermayenin ittifakıyla maddeleşmiş devlet yapısının, bölgeyi “medenîleştirmek” adına, kapitalist hukuku bölgede işler hale getirmesi, sömürge pazarına dâhil etmesi ve Alman emperyalizminin hammadde ihtiyacını rahatça karşılaşması için dikensiz bir gül bahçesi haline dönüştürmeye kalkışmasına karşı, halkın bu egemen zümrelere ve hayasız saldırılarına karşı bir direnişi söz konusudur ve bu direnişte çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
“Gırtlağına kadar Dersim’de yaşanan bu katliam Alman krom-politiğiyle, bakır-politikle içiçe geçmiş bir düzeneğin o bölgedeki ikinci eylemidir. Çünkü o tarihten sonra harıl harıl dışarıya kaynaklar akmıştır. Deutsche Bank, Dresdner Bank, Julius Berger demiryolunu yapan bunlar. Servet oraya akıyor zaten.”


KAYNAKLAR :

(1) İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)

(2,3,4,5) “DERSİM'38” İşbirlikçiliğin Ekonomi - Politiği adlı söyleşi – Suat Parlar & Yiğit Tuncay

Biz kimi kandırıyoruz ? : "Bir Küçük-Burjuva Sol Konformisti'nin Hikayesi"

Lise yıllarının ortasıyla birlikte bir kıpırdanma başlar.Hele ailede 68 veya 78 kuşağından kalma bir birey varsa, bu süreç daha da hızlanır.Gerçi o birey Arkadaş Zekai'nin dediği gibi ;"babam çok eski bir partizan/kötü bir halk partisinin kalıntısına yamamış nefretini/acıyı ve bir dönemi benden iyi biliyor" minvalinde bir birey haline gelmiştir ve geçmişini yadsımasa da "yorgun demokratlık" ona daha tatlı gelmektedir.Bu noktada ilk rol-model genellikle babalar olur.Atatürkçülüğü,Cumhuriyet'in modernleşme hamlelerini öyle bir zihnine kazır ki, Che Guevara'nın "Kemalist" olduğunu zanneder ve ilk iş olarak Kültür endüstrisi tarafından pop-ikon haline getirilmiş Che'nin t-şörtleri bedeni, posterleri duvarları kaplar ve bu kimlikten sonsuz bir haz duyarsın.Çünkü kimisi o yaşlarda farklı şeylerden haz duymaktadır; senin onlardan eksik bir yanın olmamalı.Süreç biraz daha ilerler ve kurama dalarsın veya daldığını zannedersin.Deniz Gezmiş,Mahir Çayan gibi '68 Kuşağı'nın gençlik önderlerinin hayat hikayeleri, onların benimsedikleri ideolojinin çetrefilli kıvrımlarından daha hoş gelir sana.İmgeler ve mitoslar eşliğinde konumunu daha da radikalleştirirsin.Marx'a, Engels'e, Lenin'e ve diğer teorisyenlere daha zaman vardır.Yaşın gereği ailenle çatışmaların sıklaşır.Başkaları toplum için kötü alışkanlıklar edinirken, sen direk mevcut sistem adına kötü alışkanlıklar edinmişsindir ve ailen bu sürece el koymanın vaktinin geldiğini düşünür.Bu baskılar seni daha da hırslandırır.O arada da üniversiteyi bir şekilde kazanmışsındır.Kabaca "ÖSYM Yerleştirme Belgesi", aileni bir süreliğine de olsa susturmanı sağlar.Büyük ihtimal şehir-dışını kazanmışsındır.İlk önce bir ortamı ve çevreyi süzersin.Sonra kalıtsal hale geleceğini düşündüğün dostların ya da yoldaşların sarar etrafını.Kurama daha etraflıca dalmışsındır.Bu ülkede diğer etnik ve mezhepsel kimliklerin de yaşadığını ama okul ve aile ortamında bunlardan hiç söz edilmediğini ve onların yaşadıkları acıları sorgularsın.Bu sorgulamalar, eve her döndüğünde ve eski arkadaşlarınla buluşmalarında büyük sorunlar yaşatır ve bir süre sonra ailenle düşünsel, eski arkadaşlarında her türlü iletişimi kopartırsın.Marx'ın şu sözü kafanda kalıcı bir yer edinir: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir." Emek-Sermaye çelişkisinde alacağın yön; politik,kültürel ve sosyal yaşantında persfektifini endekslediğin bir yön olarak, benliğinde yer edinmeye başlar.Jargonunu "emek, en yüce değerdir !" sözüne göre kurgularsın.İçinde bulunduğun ortamlarda, eylem alanlarında, örgütsel mekanlarda, pek fazla da işçi veya köylü göremezsin ama gitmediğimiz,görmediğimiz köy, nasıl bizim olabiliyorsa, işçi de biziz, köylü de bizizdir artık.Tüm bunların yanında, dinlediğin müzikler,izlediğin filmler, içinde bulunduğun politik atmosferin yansıması şeklinde protest bir ruh taşır.Marşlar, özgün müzikler, toplumcu-gerçekçi şairler ve şiirleri,muhalif yönetmenlerin gişesi düşük filmleri; politik kimliğin oluşumunda, o kimliğin, kültürel ve sanatsal yönlerini tamamlayıcı bir işlev taşır.Buraya kadar tam anlamıyla bir "Sosyalist" olmuşsundur artık.Gittiğin mekanlar stabil hale gelmiştir.Giyim ve kuşama değinmiyorum bile ! Ara ara şekil giyinmek raconu bozmaz.Gündelik yaşantı ve alışkanlıklar, yoğun sigara dumanı ve alkol kokusu altında şekillenir.Her gün geç kalkarsın.Racon onu gerektirir.Oğuz Atay'ın söylediği gibi "Türk Solu geç kalkar, çünkü bir gece önce sabaha kadar içmiştir(...)" Bu arada unutmadan, biz üniversite okuyorduk.Okulu Allah'a emanetetmiş, gitmeye pek gerek duymamışızdır.Alttan dersler birikmiş, daha ikinci sınıfta okulu uzatma payesine erişmişizdir."-Niye böyle oldu diye ?" soran olursa da, sistemin çarpıklığından dem vurup, keyfimize bakarız.Bu arada zaman çok hızlı akıp geçmiştir.Aşk denen olgunun varlığından bi'haber, kalbimiz mücadele aşkıyla yanıp kavrulmuştur.Ama bu da kesmez.Ece Temelkuran'ın; "En güzel kızları solcular kapar!" sözü tatlı gelmiştir ama zamanla o işin, öyle olmadığını anlarız.Toplumcu ideolojiyi benimsemiş, dayanışma,özgürlük ve eşitlik kavramlarını baş tacı etmişizdir ama kalben ve zihnen yalnızlığa gömülüp, yok oluşun anaforlarında çırpınmaya başlamışızdır.Evden gelen, "artık geçti o işler, ütopyaların esiri olmaya gerek yok, hayatın
gerçekleriyle karşılanca görürüm ben seni" tarzı söylemler,okul bitmeye yakın daha da artmıştır.


Devamı: Okul bitince yazılacaktır....