Bu Blogda Ara

28 Ocak 2012 Cumartesi

DERSİM 38’DE YAŞANANLARI DOĞRU OKUMAK…

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamaları ve sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın, yaşananlar için özür dilemesiyle tekrar aktüel bir konu haline gelen “Dersim Olayları”, yoğun tartışmaları da arkasından sürükleyerek, gündemin ana konularından biri oldu.

Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1937-1938 yıllarında yaşananlar için, devlet adına özür dilemesi ve CHP’yi, katliamın esas sorumlusu olarak göstererek, kendini genel itibariyle, bu tarz insanlık-dışı olayların karşısında duran, demokrat ve insancıl bir dünya görüşünün temsilcisiymiş gibi göstermeye çalışmasının ironisi bir yana ; daha yakın zamanda, yaşadığı dönemde "Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir" diye fetva veren, Yavuz Sultan Selim’in Şeyhulislam’ı Ebu Suud’a hakkını teslim eden, Sivas ve Maraş katliamları ile yüzleşmekten çekinen (böyle bir derdi de olmayan), göstermelik Alevi Çalıştayları düzenleyip, Alevilerin sorunları üzerine bir adım dahi atmayan RTE’nin samimiyeti, epey kuşku götürmekte birlikte, partisi içinde önemli yerlerde, Madımak katliamının sanıklarının avukatlığını yapan isimlerin var olması gerçeği, asla bir tesadüf değildir.
Genel itibariyle, içinde bulunduğu “gerici-piyasacı” dünya görüşünün, geleneksel olarak tarihsel süreçteki konumu, her zaman kendisinden olmayanlara karşı sistematik bir baskı kurmaya dayandığı için, AKP gibi bir partiden “ilerici” bir tavır beklemek, büyük bir yanılgı olur. R.Tayyip Erdoğan’ın, “Kürt Açılımı” ile başlayan ve sırasıyla devam eden bir takım hamlelerini bu geleneğin yapısına aykırı bir tutum olarak görmemeliyiz. Aksine, göbekten bağlı oldukları Emperyalizm’in, bölgesel ihtiyaçlarına paralel bir şekilde, yani onların direktifleri doğrultusunda atılan adımların arka planında, küresel sermayenin çıkar ilişkisi yatmaktadır. Esas itibariyle de tüm bu yapılmaya çalışılanlar; Türkiye’de etkin olan bir takım zümreleri, yeni rejimin birer unsuru haline getirme çabasından başka bir şey değildir. O konuda da, çok başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Gelenekleri itibariyle, yüzyıllar boyunca, egemenlerin karşısında yer almış olan kitlelerin, AKP gibi bir iktidarın yedek gücü haline gelmeyeceği aşikârdır.

Dersim’de yaşananlar hakkındaki tartışmalara gelirsek eğer; olaylara sınıflar-üstü bir pencereden bakan, aydın bozması birçok kişinin, irrasyonel bir bakış açısıyla Dersim’de yaşananlar hakkında ahkâm kesmesi ve maalesef birçok kişinin, bu insanları referans alarak yanlış yönelimlere girmesi, ortada büyük bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır.

Dersim'de olup bitenleri ve genel olarak o bölgenin sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel konumunu, tarihsel momentin akışına uygun bir şekilde, sosyal sınıf gerçekliğinin ve ekonomik determinizm yasalarının belirleyiciliğine uygun bir şekilde ele aldığımızda, yaşanan olayların, öyle basit bir şekilde tahlil edildiği gibi, "İlericiler” ve “Gericiler" arasında geçen bir mücadele olmadığını, yani bir yanda Cumhuriyetçi Burjuvazi ( İlerici ), diğer yanda Şeyhler-Seyitler-Tefeci Bezirgan Sermaye ( Gerici ) arasında geçen bir iktidar mücadelesi olmadığını görürüz.

"Emperyalizm" çağındaki, Burjuva Devrimlerinin, mevcut şartlar gereği, “ilerici” karakteristiğinin, kısa bir süre içinde “gerici” bir konuma evrilmesi gerçeğini ele alırsak : Proletarya ve geniş çaplı Köylülük ittifakı ile kurulan ve bir aşama şeklinde gelişen Burjuva Devrimleri zaten ucu Sosyalizme doğru uzandığı için "İlerici" karakteristiği daha işlevseldir, çünkü sönümlenmez. Fakat bundan başka türlü gelişen Burjuva Devrimlerinin sonu, her zaman, karşı-devrimle taçlanmak, gericileşip-bezirgânlaşmaktır. Cumhuriyet Devrimi'nin de kaderi bu olmuştur. Yani Emperyalizme- Finans Kapital'e (Batı Gericiliği) ile Tefeci-Bezirgân Sermayeye (Doğu Gericiliği) karşı kurulmuş olan, Cumhuriyet, kısa zamanda bu yönelimlerin güdümü altında ezilmiştir, egemen sınıfların yörüngesi dâhilinde "gericileşmiştir". Bu yüzden, o dönemde yaşanan isyanların, hepsi olmasa da büyük bir çoğunluğu, çıkar çatışması ekseninde ; bir yanda sömürü mekanizmasının genişletilmesi için, mevcut bölgeleri, feodal yerel güç odaklarının ittifakı dahilinde merkezi otoriteye bağlı kılma ve bu ittifakın dışında kalan diğer kapitalizm öncesi Göçebe Kandaş toplum kalıntılarının bu mevcut duruma tepkisi şeklinde gelişmiştir. Kemalist iktidar, Doğu'da kendi işbirlikçi ağa-eşraf-feodal mütegallibe takımını oluşturarak bölge üzerinde hâkimiyet kurmak için, bu unsurları kendi gücüne yedeklemişken, bu yedek gücün dışında kalan diğer feodal unsurların, mevcut duruma "çıkar çatışması" ekseninde bir tavrı söz konusudur. Ve bu tavır, tıpkı Şeyh Sait İsyanında olduğu gibi özellikle İngilizlerin de desteğiyle şiddetlenerek bir isyan şeklini almıştır.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1930’lu yılların başında büyük bir kısmını Elazığ hapishanesinde yazdığı Yol dizisinin 5. raporu olan "Yedek Güç: Milliyet (Doğu)” adlı çalışması: Doğu bölgesinin, Kürt ulusunun, sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel yapısını, antika çağlardan beri bölge üzerinde egemen güç konumunda olan ve "Kapitalist" üretim tarzına geçişle birlikte kısmî ölçekte güç kaybetse de hakimiyetini sürdüren "Feodal-Derebeyi" artıkların üretim ilişkilerindeki etkin konumunu ve Kemalist iktidarın onlara karşı (olumlu-olumsuz) tutumunu net bir şekilde görmek ve idrak etmek için önem arz eden bir eser olarak karşımızda duruyor. Kürt ulusunun günümüzde de güncel bir sorun olarak var olan "ulusal ve sınıfsal" sorunlarının perde arkasında yatan tarihsel gerçekleri, diyalektik ve tarihsel maddeci metotla ele alan Kıvılcımlı, bu önemli eserinde, o dönemdeki isyanların ve uygulanan hakim politikanın genel muhtevasını şu şekilde özetler :

"Kemalizmin Doğu illerinde varolması da karşılık olarak ancak ağalığın silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Çünkü marabalar ve yoksul köylüler arasında ağaya ya da beye karşı direnmek isteyen en ufak bir hareket üzerine ağa derhal ilçeyi, ili, hattâ daha sonra TBMM'ni haberdar eder. Köylü isyan girişimindedir. O zaman bütün jandarmalar, çevre askeri kolları, uçaklar kıpırdamak isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete karşı koymak becerisini gösteren herhangi bir isyan hareketinde derhal Kemalizmden maaş alan sadık ağalarla milis kuvvetleri ezilen Kürt halkının çevresini sarar. Kemalizm "tam name-i hazreti şehriyanna" mevlut okutarak halk hareketi kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan'da ağalıkla ve köylerle kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır.
Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın bizzat kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı bunun gibi, bugün de Kürdistan'da gene geniş ve demokratik bir köylü hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kürdistan yoksul halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk alıyor.. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satırıyla pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve derebeyi artıklarıyla müttefiktir. Onun için cumhuriyet burjuvazisinin ara sıra kürsü yüksekliğinden derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla kulak asmıyor. Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün karşısında bütün yırtıcılığıyla Kemalist devlet aygıtını bulacağını biliyor. Onun için ağalığı kaldırayım derken daha zalim ve katmerli bir uçuruma yuvarlanma tehlikesine düşmekten korkar. Şimdiye kadar geçen deneyimler, cumhuriyet burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan'da, derebeyliği tuttuğundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır." (1)


Fakat Dersim yöresinde ne Alman Finans-Kapitalizmin “akıl hocalığına” dayanan Kemalist Burjuvaların, ne de İngiliz ve Fransız emperyalizminin sürdürdüğü stratejik oyun ve hesapları 1937 yılına kadar tutmamıştır. Çünkü yüzyıllardan beri Dersim halkı için: Dersim yöresi Coğrafya üretici güçleri bakımından “Doğal bir kale” olduğu gibi, sıkı sıkıya benimseyip yaşattıkları gelenek ve görenekleriyle İnsan ve Tarih üretici güçleri bakımından da “Kandaşlık kalesi” idi.
Yüzyıllardan beri, yarı-özerk, yarı-otonomi şeklinde, merkezi otoriteden kısmen bağımsız ve dışa kapalı bir coğrafya olarak, kendine has ilişkileri ve çelişkileri olan “Dersim” bölgesinin nesnel yapısı ve öznel durumunu, detaylı bir şekilde irdelediğimizde; o bölgede hakim olan ilişkilerin, Kandaş örgüt yapılı göçebe orta barbar toplumun İlkel Sosyalist gelenek ve görenekli, eşitlikçi (insan ve tarih üretici güçleri) yapısının, yaşatılan kalıntıları üzerinden şekillendiğini açıkça görmekteyiz.
Dersim halkının, bu nedenle ve bölgenin coğrafi yapısının da etkisiyle, modern ve antika çağın sömürücü egemenlerine karşı göstermiş olduğu direnç ve boyun eğmeme geleneği şanlı bir örnek daha yaratmıştır. 1937 yılına gelindiğinde ise, kaleyi içerden fethetme fırsatları da yakalayan egemen güçler, yeni gelişen teknolojik imkânlara da dayanarak silah ve zor yoluyla, cebberrut yöntemlerle Dersim halkına boyun eğdirmeye çalışmıştır. Bunun sonucunda da, Cumhuriyet tarihinin en kanlı olaylarından birisi yaşanmıştır. Konu hakkında, Marksist geçinen birçok kişinin, hastalıklı bir şekilde bağlandığı klasik şabloncu bakış açısı, buna benzer diğer birçok olayda da, ezber kalıplarının gölgesinde, yanlış ve hatalı tahliller yapılmasına neden olmaktadır. Marks ve Engels’in tarihsel ilerlemenin çelişkili ve göreli karakteri hakkında söylemiş olduğu sözleri, somut ve tarihsel gerçeklikleri göz ardı ederek, kutsal bir metinden fırlamış sözler gibi, analiz edilen her olay için, aynı şekilde geçerlilik payı varmış gibi kullananların içine düştükleri skolastik konum, her olayı bol Marksist argüman kullansalar da, soyut bir zemin üzerinden ele almalarının bir sonucu olarak karşımızda durmaktadır.

Peki Dersim’de yaşanan tüm bu olayların esas nedeni neydi? Yani, modern cumhuriyet yönetiminin esas amacı; bölgede sürekli isyan çıkaran, asker ve vergi vermeyen, merkezi otoriteyi tanımayan, bölgede egemenlik kurmuş olan, kısmen dejenere de olsa ilkel sosyalist geleneklerini koruyan aşiretleri, ağaları, şeyhleri, şıhları, seyitleri temizleyip, tarihin çarkını ileriye döndürecek bir hamle gerçekleştirerek yani bölgeyi “uygarlaştırarak”, modernize etmek miydi sadece, yoksa işin arka planında, gizlenen başka gerekçeler de mi vardı ?

Bölge üzerinde zengin krom yataklarının bulunması, Alman savaş endüstrisinin dikkatini, bölge üzerine çekmesine neden olmuştur. “1930’ların ikinci yarısında bölgede gelişen olaylar Dersim’den tüm bölgeye yayılan nüfusun tehlike olarak algılanması, bu dönemde Nazi Almanya’sıyla kurulan ticari, ekonomik ilişkilerin görünür olmayan askeri yönü krom-politikle yakından ilgilidir.” (2)

Bu gerçeklik üzerinden, bölgede yaşanan olayları ele aldığımız da karşımıza bambaşka bir gerçeklik çıkmaktadır. “30’ların ekonomi-politiği üzerine bu Dersim meselesini bina etmek lazım. Dersim krom-politiktir. Dersim buradaki bu yapıyla ilişkilidir. Dersim, Türkiye'nin Guernica’sıdır. Şunu iddia ediyorum ben; orada mutlak surette, gene arka planda Alman askerî danışmanların, Almanya’nın diğer teknik danışmanlarının bu konuya çok büyük katkısı olmuştur.” (3)

Dönemin başbakanı, egemen zümre Finans-Kapital’in baş mümessilli Celal Bayar, Dersim’e karşı başlanan kanlı ve kirli “Askeri Harekâtın Birinci Aşaması”nın tamamlandığı ve hemen ardından iktidar-hükümet değişikliğinin gerçekleştirildiği günlerde, 25 Kasım 37 tarihli Ulus gazetesine verdiği demeçte: (…) Başbakanımızın seyahat intibaları: "Ergani’de gelecek yıl bu mevsimde saf bakır akacaktır. Dersim’de çıplak kayalar içinde bedbaht bir hayat sürmekten başka nasip bulamayacak olanlar orada bırakılmayacaktır.” diyor.
Oysa Celal Bayar’ın bu sözleri ettiği günden 31 Ağustos 1938’e kadar en hayâsız ve en acımasız bir şekilde yürütülen “İkinci aşama”daki “Askeri harekâtlar” ile “saf bakır” değil, gene Dersim halkının “Kanı” oluk oluk akıtılmıştır. Onun için Blister bakır ve kromun dışarıya aktarılmasında Deutchbank’ın koçbaşlığını yapan Celal Bayar, Dersim’de yaşanan kanlı olaylardaki ana aktörlerden birisidir.


Sıkça söylenile geldiği üzere, bölgedeki başıboşluğu belli bir otorite altına sokup, bölgeyi modernize etmekten ziyade, Alman Finans-Kapital’inin savaş endüstrisi için, ihtiyaç duyduğu krom ve bakır madenlerine rahatça ulaşması önündeki engellerin giderilmesi, harekâtın esas nedenlerinin başında gelmektedir. “O bölgede ormanlar var. Halk ormanları konusunda titiz ve vermek istemiyor. Ama yakacak lazım. Dersim sorunu da buradan çıktı. Dersimli ağacını vermiyordu. O ağaç olmadan, sen o madeni işletemiyorsun. "Şark Islahatı"nın temel noktalarından biri, Dersimlinin, Palulunun, o bölge insanının ağacına sahip çıkması ve vermemesidir. Vermemiştir ağacını. O bakırı eritmek için, o bakırı akıtmak için buna ihtiyaçları vardır.” (4)

Göçebe orta barbar toplum yapısının gelenek ve göreneklerini taşıyan Dersim halkının, ilkel komuna gelenek-görenekli Kolektif Aksiyon Güçlerinin (İnsan-Tarihi Üretici Güçleri) bölgedeki hakimiyetine son vermek ve Finans Kapital – Tefeci Bezirgân sermayenin ittifakıyla maddeleşmiş devlet yapısının, bölgeyi “medenîleştirmek” adına, kapitalist hukuku bölgede işler hale getirmesi, sömürge pazarına dâhil etmesi ve Alman emperyalizminin hammadde ihtiyacını rahatça karşılaşması için dikensiz bir gül bahçesi haline dönüştürmeye kalkışmasına karşı, halkın bu egemen zümrelere ve hayasız saldırılarına karşı bir direnişi söz konusudur ve bu direnişte çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
“Gırtlağına kadar Dersim’de yaşanan bu katliam Alman krom-politiğiyle, bakır-politikle içiçe geçmiş bir düzeneğin o bölgedeki ikinci eylemidir. Çünkü o tarihten sonra harıl harıl dışarıya kaynaklar akmıştır. Deutsche Bank, Dresdner Bank, Julius Berger demiryolunu yapan bunlar. Servet oraya akıyor zaten.”


KAYNAKLAR :

(1) İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)

(2,3,4,5) “DERSİM'38” İşbirlikçiliğin Ekonomi - Politiği adlı söyleşi – Suat Parlar & Yiğit Tuncay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder